Naci YENGİN
Şehirlerin kimliği içinde yaşayan insanların kimliğine benzer.
Şehirle insan arasındaki bağ köklü medeniyetler kadar eskidir.
‘Şehrin insanı’ derken aslında şehrin binlerce yıldır biriktirdiği ve halen yaşattığı kültüründen, medeniyetten bahsederiz. Şehirlerin insana cazip gelen hatta mest eden yönü o şehirde yaşayan insanların misafirlerine karşı gösterdiği yaklaşım ve engin insanlık örnekleri olsa gerektir.
Her geçen gün biraz daha kendine çekilen, insanlardan, şehirden, kültürden ve insanlık erdemlerinden kendini soyutlayan günümüzün popüler, her şeyden biraz bilgi sahibi, sözüm ona çok kültürlü ancak köklerinden bihaber; derinliği olmayan insanların hiç beklemedikleri bir anda öyle bir zaman gelir ki şehirler o insanlardan kurtulmak ister. Bazen de insanlar o şehirlerden kurtarmak isterler!
Şehrin asıl sahipleri; yaşadıklarından dahi birçok insanın haberinin olmadığı insalar... onlar her dem şehrin kaderiyle kendi kaderlerini ortak gördükleri kozalarını örmeye devam ederler.
İnsanın yaşadığı şehirden bazen kendini kurtarmak istemesinde bilinçli bir tercihten söz etmek her zaman mümkün olmayabilir. Bu durum biraz da zihnin, beden ve beton yığınları arasında nefes almakta zorlanan benliğin isyan halinin dışa vurumudur. Bir anlamda insanın ve şehrin birbirinden bir süre uzaklaşma, kaçma eyleminden başka bir şey değildir.
Büyük şehirlerde hafta sonları en küçük su birikintisi ve ağaç kümesinin etrafında onlarca insan görmemizin sebebi insanların tabiatta dinginliği yakalamak, hayatı bir nebze olsun hissetmek ve kendi iç seslerini doğanın yardımıyla duyma arayışlarının tezahürü olsa gerektir.
Tarihi, kültürel, insani ve medeni üstünlük ve güzelliklerini koruya gelmiş şehirler bazen de geçmişle bu günü, bu günle yarını kucaklama noktasında insanı özüne döndürme, kendisini hatırlatma gibi üstün bir laboratuvar görevi görürler. Bu tür şehirlerin gizemi ve önemi her geçen gün artmaya ve yaşanmaya değer güzel şehirler aranmaya devam etmektedir.
İnsanların binlerce yıllık kadim gelenek ve kültürel dokusunu bünyesinde barındıran şehirlerde huzur buluyor olması, o şehirlerde yaşamak istemesi başka nasıl açıklanabilir? Önümüzdeki süreçte kadim şehirlerimiz sayesinde ayakta duracak ve kadim şehirlerimizi mamur etmek için her türlü çabayı göstereceğiz diye düşünüyorum.
Sokaklarında bir musikinin son bestesini tamamlayan demirci ustalarının örs ve çekiç sesleri, horoz dövüşçülerinin bahsi arttırmak için verdiği çaba, çiçekçi pazarında şehla gözleri gök mavisi bir Türk kızının çiçeklerle bezenmiş pazen eteği, yoğurt bakraçlarının yanına oturmuş analarının sırtında taşıdıkları çocuklarının ağlama sesleri, dar sokaklarda kovalamaca, saklambaç oynayan yeni yetme çocukların bir o yana bir bu yana seğirtmeleri, hiç beklenmedik bir anda karışınıza çıkan bir sokak çeşmesinden kana kana içilen suyun yalaktan sıçrayıp paçalarınızı ıslatması…
XVIII. yüzyıldan kalma bir konağın haşmetli sadeliği, zarafeti ve albeniliyi… Kim istemez ki böyle şehirlerde yaşamayı, engin âlemlerde rüyaya dalmayı.
/Bu şehir, bu sokak, bu tını, bu ses, bu hava ve bu sadelik bizi biz yapan ve doyumsuz hisleri depreştirip kalbimizden yakalayan, bize ait unutulmaya yüz tutmuş öz kültürümüzü yine bize geri veren benliğimiz değil midir? Bu soruya evet diyorsanız yaşadığınız şehirden, ortamdan ve büyük şehirlerin insan ve kültür öğüten karmaşasından bir an önce kurtulma zamanınız gelmiş ve geçmektedir! Cevabınız hayırsa o zaman taşıma popüler kültür çerçevesinde insani ve medeni duyargalarını yitirmiş “hiçleşme” irfanından bi haber insan ve ortamlarda daha çok beyin çürütecek, akıl yitirecek ve daha çok debelenecek ve Cengiz Aytmatov’un ifadesiyle mankurtlaşma ile karşı karsıyasınız demektir!/
Aradığımız şehir, yaşamak ve bir ömür boyu sonsuzluğu yakalamak için ömrümüzü vermek istediğimiz mekânlar bu şehir olsa gerek diye düşündüğünüz şehirlerde geçen güzel anların her zaman artmasını istiyorsanız ne yapardınız sorusunun cevabı nedir?
Adımladığınız her dar sokakta “burada yaşamalıyım” diye içinizden geçirdiğiniz hayıflanmalar, bereketin sembolü nar ağaçları, kırmızı, siyah güller; binlerce yıl öncesinden kalma heybetli volkanik bir dağın ateşini her an yeniden harlamaya hazırlanıyor gibi şehrin üzerine abanmış halini alışmaya başlamanız sıradan şeyler olmasa gerek.
Türk dünyasında Türk medeniyetinin kurulmasında önemli gördüğümüz şehirlerimizin çoğunluğu tarihi ve kültürel dokusu ile bu güne kadar gelemedi!
Mekânların, şehirlerin kutsiyeti eserlere ve şehirlere yüklediğimiz anlamla doğru orantılıdır. O mekânların kutsiyetinde dini bir yapı olup olmadığının bir önemi yoktur. Mimaride kullanılan taşın, ahşabın, oymanın çevreyle uyumunun, insanla mekân birlikteliğinin zirveye çıktığı yapıların insanı kendisine çekmesinin altında insanı özüne döndürmesi ve düşündürmesinin büyük önemi vardır.
Mekânların kendilerine özgü birtakım gizli kodlarının olduğunu anlamadan, algılamadan tarih ve kültür bilincini korumak, yaşatmak ve tarihi şuura ulaşmak mümkün değildir.
Milletimiz kadar tarih yapan, medeniyet oluşturan, tarihe yön veren başka bir millet yoktur. Ancak buna rağmen geldiğimiz noktada milli şuurumuzun yeterince var olup olmadığını sorgulamamız gerekir. [email protected]