Tayfun Haykır:Muhterem Hocam, Erzurumlu olduğunuzu, hatta Erzurum’dan ziyade Oltulu olduğunuzu ısrarla belirterek gururla birçok ortamda dile getirdiğinizin şahidiyim. Doğum yeriniz olan Oltu ilçesinin Bahçecik köyündeki günlerinizden başlayıp Atatürk Üniversitesindeki yükseköğreniminize başlayıncaya kadar memleketinizde geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarınızı önemli gördüğünüz köşe başlarını dikkate alarak anlatır mısınız?
Nâzım H. Polat: Önce "Elhamdülillah Erzurumluyum, çifte elhamdülillah Oltuluyum!" demekle söze başlayayım. İlkokul seviyesinde hatırladığım çok farklı bir şey yok. Sadece okula gitmeden önce rahmetli babamdan kısmen okuryazarlık öğrendiğimi söyleyebilirim. Babam, marangozdu. Onun rendesinden çıkan uzunca talaşlar benim kâğıt ihtiyacımı görüyordu. Babamın öğrettiği harfleri, sonra kelimeleri talaşlara yaza yaza bir müddet sonra nasıl olduysa okumayı çözebildim. Okula gitmeyen yaşıtlarıma nasıl okunacağını öğretmeye çalışıyordum. Kendim çok biliyormuşum gibi onların basit şeyleri okuyamayışlarına kahkahalar atıyordum. Okumayı sökmem babamın çok hoşuna gitmişti. Bunun üzerine o, artık bana kelimeler değil, cümleler öğretiyordu.
Rahmetli annem - okuryazarlığı olmamakla birlikte - benim okumama, kendisi okuma öğrenmiş gibi seviniyordu. Komşuların kızlarıyla evimizde kilim ve hasır dokunurken annemin, banaKöroğluveTahir ile ZührehattaKerem ile Aslıokutup onlara dinlettiğini hatırlıyorum. Annemin nurlu yüzünden okumamla gurur duyduğunu hissediyordum. Bu benim için büyük ve coşturucu bir güçtü.
Okula başladığımda, köylümüz olan Şamil Yeşilyurt öğretmenimiz duvardaki fişleri okuduğumu görünce çok sevindi. Bunun üzerine bana birkaç sayfalık renkli kitaplar verdi ama hiçbirinin adı hafızamda kalmamış. Böylece okuryazarlığa -seslendirme kabilinden de olsa- adım attığım söylenebilir. İlkokul öğretmenlerim Halis Cengiz ki daha sonra ortaokulda tekrar öğretmenim oldu, Meryem Haşimoğlu -ki Oltu İslam Cumhuriyeti’nin kurucusu Yasin Haşimoğlu’nun torunuydu- ve köyümüzden Şamil Yeşilyurt ve Tacettin Arslan öğretmenlerimin okumayı çabuk sökmemi takdir edişlerini hatırlıyorum. Ama asıl sürekli okuma ile ortaokul yıllarında Fakir Baykurt’un tefrika edilenTırpanromanı sayesinde tanıştığımı söyleyebilirim. O roman parçalarını gazeteden kesip defter sayfalarına yapıştırarak kitap biçimine getirmiştim. Bu arada tutkalımın iyice sulandırılmış hamur olduğunu belirtmeliyim. Zaman zaman kayısı ve vişne ağaçlarının reçinelerinden faydalandığımı da unutamam. Galiba okuma alışkanlığım o yıllardan kalma, temelleri böyle atıldı... Hiç şüphesiz o okumalar şuurlu ve tercihli değil, rastlantıyla idi. Belki de insanı asıl zenginleştiren böylesi okumalardır. Şimdi okumada çok seçici olmak bana kendi kendimi sınırlandırmaktan başka bir şeyi ihtar etmiyor. Oltu Ortaokulunda İngilizce öğretmenimiz Şahabettin Ay gerçekten filoloji mezunu birisiydi. Onun, kitaptaki metinleri tıpkı medrese usulüyle ezberleterek öğretmesi, o zamanlar değil ama sonraki yıllarda bana çok tuhaf gelmişti. Fakat itiraf edeyim ki çok da kullanamadığım, kullandığım kadarıyla da bir işe yaramayan yabancı dilim, İngilizcem, büyük ölçüde ortaokul yıllarımın mahsulüdür. Şahabettin Bey, okuma parçalarını ezberletirdi. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama anlamı daha sonra sanki kendiliğinden ortaya çıkardı. Türkçe hocamız, ilkokuldan da öğretmenim olan Halis Cengiz’in, tarih öğretmenimiz rahmetli İsmail Hakkı Kap’ın, dersimize gelmediği hâlde âdeta arkadaşıymışım gibi davranan diğer bir İngilizce öğretmeni Gavsettin Koçak’ın, merhum Besalet Çiçek’in benimle ilgilenmeleri de muhtemelen okuma alışkanlığımı geliştirmede son derece faydalı olmuştur. Şimdi üçü de vefat eden bu öğretmenlerimi rahmetle; müdür yardımcımız Oltulu Şeref Yeşilbaş ve kardeşi Sabahattin Yeşilbaş’ı, tarım dersi veren Şinasi Ekinci öğretmenlerimi de minnetle, şükranla, anıyorum.
Ortaokul birinci sınıfta rahmetli dedemden kalma tek odalı bir evde tek başıma, ikinci sınıfta benden iki devre geride olan bir akrabamızın oğlu Osman’la, üçüncü sınıfta ise yine tek başıma, tarım derslerimize gelen öğretmenimiz Şinasi Ekinci’nin tek odalı evinde kiracı olarak kaldığımı hiç unutamam. Ama o yıllar bu imkânlara erişebilen az sayıdaki öğrencilerden biri olduğumu da ifade etmeliyim. Okumayı çok istediği hâlde bu imkânlara bile erişemeyen kim bilir nice emsalim vardı. O yıllardan aklımda kalan ve hiç unutamayacağım şeylerden biri bazı öğretmenlerimin bana kitap vererek okutmaya çalışmaları, bir diğeri ise merhum dayım öğretmen Şeref Önal’ın okuduğu gazeteleri haftalık olarak Erzurum’dan bana postalamasıydı. O gazeteleri reklamlarına varıncaya kadar iştahla okurdum. Şimdi düşünüyorum da acaba süreli yayınlara çok düşkün olmam o zaman belirlenmiş bir kader miydi?
Tayfun Haykır:Yükseköğrenime başlamanız, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü tercih etmeniz ve ardından akademiye adım atışınızdan biraz söz eder misiniz?
Nâzım H. Polat: Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü seçişim çok da içimden gelen bir tercih değildi. Bazı öğretmenlerim, üniversite okumak istersem Siyasal Bilgiler Fakültesini tercih etmemi söylemişlerdi. Buranın nasıl bir eğitim-öğretim kazandırdığından hiç haberim yoktu ama öğretmenlerim uygun gördüğüne göre iyi bir eğitim yuvası olmalıydı. Fakat iş tercih gününe gelince öğrendim ki Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde neredeyse hiç ders yapılamıyormuş. Her gün yaşanan "öğrenci olayları" doğru düzgün tahsil imkânı vermiyormuş. İçim burkulsa da yeni bir tercihe yönelmeliydim. Ayrıca okuyacağım okulun ailemin oturduğu Oltu’ya yakın olması benim için çok önemliydi. Yani Erzurum’da Atatürk Üniversitesinde okumalıydım. Tıp Fakültesi bana göre değildi, kazanamazdım. Ziraat Fakültesi o zamanlar beş yıldı. Ayrıca ikisinin de sosyal bilimlere uzak oluşu karşıma Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü çıkardı. Bu tercihin ne kadar şuurlu veya kendiliğinden olduğunu şu an çözemiyorum. Çünkü 30 tercihimin ilki okuduğum bölüm (TDE), sonraki 27’si Mektupla Öğretim (şimdiki Açık Öğretim gibi), son ikisi -"biraz da mizah" der gibi- tıp ve uçak mühendisliği idi.
Kısa bir müddet öğretmenlik yaptıktan sonra, kazanıp başladığım Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okutulan, derslerde adı geçen bazı eserlerin birçoğu tanıdık geliyordu. Çünkü Tokat Öğretmen Okulumuzun çok iyi bir kütüphanesi vardı ve ben özellikle kütüphane nöbetçiliği yapar, o kitapları muhtevasını anlayacak ölçüde elden geçirirdim. Orada gördüğüm pek çok eser fakültede faydalandığımız kaynaklar arasında karşıma çıkıyordu. Böylece yaptığımız tahsile belki arkadaşlarımdan daha fazla inanır, güvenir oldum. Bazı arkadaşlarımız "Bu okuduklarımız neye lâzım?.." sorusunu sıkça sorarlardı. Ama ben böyle bir soru sormadım çünkü okuduklarımız ne kadar geniş çerçeveye dağılırsa, onların o kadar faydalı olacağını Öğretmen Okulu Kütüphanesindeki nöbetçiliklerimden biliyordum.
Tahsil hayatımın hiç unutamadığım dönemi, orta öğretimin ikinci kademesidir. Çünkü orada Tokat Öğretmen Okulu ve Bolu Erkek Öğretmen Okulu var. Bu yıllarımın, Türkiye’nin o zamanki gençlik hareketlerinden dolayı, biraz dağdağalı geçtiğini söyleyebilirim. Kendi dünyamızı çekip çeviremezken dünyayı idare etmeye çalışan ilk gençlik ruhuyla, vatanı değil insanlığı bile kurtarıyor idik. Kısa bir müddet öğretmenlikten sonra üniversiteye başladığımda artık epeyce durulmuş hissediyordum kendimi. Eski heyecanım şimdi biraz daha şuurlu okuma ve düşünmeye dönüşmüştü galiba. Erzurum’da yani Oltu’ya yakın bir yerde üniversiteyi okumam pek çok işimi kolaylaştırıyordu. Oltu’nun Bahçecik Köyü’nde oturan ailemin yanına sık sık gidip gelebiliyordum.
Öğretmenlikten istifa etmiş, vekil öğretmenlik yaparak öğrenciliğimi sürdürüyordum. Fakat bir müddet sonra rahmetli Prof. Dr. Şerif Aktaş Hoca’mın (o zamanlar unvanı doktordu) tavassutu ile, bölüm başkanımız ve dekanımız Prof. Dr. Kaya Bilgegil’in tensipleriyle fakültemiz Araştırma Enstitüsünde memur olmuştum. Serbest okuma imkânını, rahat öğrencilik hayatını sağlayan, şimdi ikisi de rahmetli olan bu hocalarımı her zaman minnetle ve şükranla yâd ediyorum. Bu memuriyetim esasen bir kütüphanecilik sayılabilirdi. Araştırma Enstitüsünün kütüphane biriminde görevliydim. Muhtemelen rahmetli Kaya Bilgegil Hoca’m çok kitap okuyabileceğimi düşünerek beni orada görevlendirmişti. Gerçekten orası benim için ikinci bir fakülte gibiydi. O güne kadar yapılmış olan bütün öğrenci tezleri, doktora ve doçentlik tezleri orada mevcuttu. Okumak istediğim bir konuda ihtiyaç duyduğum hemen hemen her şeye ulaşabiliyordum. Tabii okuma kültürüm henüz yeterli olmadığı için okumayla ilgili ihtiyaçlarımın da sınırlı olduğunu bu arada belirtmeliyim. Zaman zaman bazı hocalarımız konu söyleyerek kütüphanede bununla ilgili neler bulunduğunu not edip kendilerine vermemi isterlerdi. O tespitler benim için bölümümde aldığım dersler kadar faydalı şeylerdi. Bu itibarla bir konuda bilgi arayan arkadaşlarıma kendi çapımda yardımcı olabiliyordum. Ama bu işin asıl önemli tarafı başkasına yardım edeyim derken kendimi de geliştirmemdi. Derslerde bir hususta bibliyografya bilgisi lazım olduğunda hemen söz alabilmem bundandı. Demek istiyorum ki buradaki memuriyet bir başkası için çok sıradan bir iş gibi görünebilirdi.
Fakat benim için rahmetli hocalarım sayesinde bir başka üniversite şubesi gibiydi. Hocalara lazım olan kaynakların temini, bu arada kendi ihtiyaçlarım için Merkezî Kütüphaneden istediğim eserleri alabilmek de benim için ayrı bir imkân kapısıydı. Başkalarının aramak zorunda olduğu çoğu şey, memuriyetim gereği elimden geçen malzeme mesabesindeydi. Bunun ne büyük bir imkân olduğunu başkasının tahayyül edemeyeceğini sanıyorum. Tavassut eden Şerif Aktaş Hoca’mdan, uygun gören Kaya Bilgegil Hoca’mdan Allah razı olsun. Mekânları cennet olsun onların.
Üniversiteyi bölüm birincisi olarak bitirmiştim fakat o sene açılan doktora imtihanını kazanamadım. Doktora yapmaya ertesi yıl başladım. O sıralar, Atatürk Üniversitesine bağlı Van Fen-Edebiyat Fakültesi açıldı. Orada Yeni Türk Edebiyatı asistanı oldum. O sıralar Atatürk Üniversitesinde yüksek lisans programı yoktu, doğrudan doktoraya başlanıyordu. Fakat sadece Doç. Dr. Orhan Okay Bey öğrencilerine doktoradan önce hazırlık kabilinden bir ön çalışma yaptırıyordu. Ben bu kademe içinRübabmecmuasını seçtim. Sonra aynı çalışmayı biraz kısaltarak ve sistem bakımından biraz daha sadeleştirerek bastırdım (Rübâb Mecmuası ve II. Meşrutiyet Dönemi Türk Kültür, Edebiyat Hayatı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005). Diyebilirim kiRübab’dan duyduğum nağmeleri, bütün akademik hayatım boyunca hoş sadâ olarak hatırladım, onun parıltıları bana, daima yolumu aydınlatan bir meşale gibi göründü. ÇünküRübabmecmuası sayesinde Yenileşme Devri Türk Edebiyatının bilgi ambarlarına girdim. İftiharla belirteyim ki o gün bugün süreli yayınlara olan alakamı hiç kaybetmedim, daima geliştirdim. Daha sonra yine -o dönemki unvanıyla anarsam- Doç. Dr. Orhan Okay Hoca’mın nezaretindeRübabmecmuasından tanıdığım bir isim olan Şahabettin Süleyman hakkında çalışmaya başladım. Hoca’m bu konuda doktora yapmanın uygun olup olmayacağını gidip Prof. Dr. Mehmet Kaplan Hoca’yla da bir görüşmemi istedi.
İstanbul’a varıp Kaplan Hoca’mızın huzuruna çıktım. Orhan Okay Bey ile çalıştığımı duyunca gözleri parıldadı, memnuniyetini ifade etti. Sonra neler düşündüğümü, hangi konuda çalışmak istediğimi sordu. Şahabettin Süleyman ismine o da şaşırmıştı. Bu ismi nereden bulduğumu sorduğundaRübabmecmuasından bahsettim. Hoca’mızın çok hoşuna gitti. Konuya ne kadar hazırlıklı olduğumu ölçecek sorular sormaya başladı. Bu sorular; hakkında doktora yapmak istediğim Şahabettin Süleyman ve eserleri hakkında neler bildiklerimi ölçücü nitelikteydi. Özellikle dergi hakkındaki sorulara verdiğim cevaplardan memnuniyet duyduğu her hâlinden belliydi. Konuya devam etmemin çok iyi olacağını söyledikten sonra bir ihtar cümlesi de ekledi: "Ama işin zor bir tarafı olduğunu da baştan bil ve unutma: Birinci derecedeki kaynaklarının tamamı eski harfli…" Ben de zaten doktora seviyesinde eski harfli metinlerle uğraşarak bu husustaki eksikliğimi gidermek istediğimi belirttim. Kaplan Hoca, bazı takdirkâr ifadelerde bulunurken bir deŞiir Tahlilleri’nin (2. C.) yeni baskını imzalayıp hediye etti. Bu cümleler, doğrusu benim de çok hoşuma gitti. Böylece çalışacağım konuya daha üst seviyede ilgi duymaya başladım. Şahabettin Süleyman hakkında, özellikle yazılarının bulunduğu yayın organlarıyla ilgili kapsamlı çalışmalar bulunmadığı için süreli yayınlarla bizzat ilgilenmem ve o yazıları bizzat derlemem gerekiyordu. Bu mesele işin zor tarafı olduğu kadar yetiştiriciliği de üst seviyede bir konuydu. Bir müddet sonra söz konusu kaynakları rahatlıkla okuyabilir, onlardan istifade edebilir duruma gelince, benim için kazandırdıklarının daha çok farkına vardım. Tekrar vurgulayayım: Diyebilirim ki asıl kazancım o zamanlar başlayan süreli yayın merakımdır. Sonraki yıllarda (aslında bugüne kadar demem lazım) süreli yayınlardan hiç kopmadım. Orijinal bilgi namına öğrendiklerimin çoğu, hep bunların sayesinde oldu. Nice arkadaşım bir makaleden, hatta tez çalışmasından sonra etrafına "Şimdi ne yapayım?" diye sorarken ben bu süreli yayınlar sayesinde nice nice çalışılacak meseleler bulmuştum. Bundan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum. Süreli yayınlarla çalışmamın yolunu açan azizler azizi hocam Prof. Dr. Orhan Okay’a rahmetler diliyorum.
Tayfun Haykır:Sayın Hocam, neden anabilim dalı olarak Yeni Türk Edebiyatını tercih ettiniz, bu tercihinizde kendisinden etkilendiğiniz isimler var mıydı? Bir de bu alanın içinde kendinize özel bir sınır belirlediğiniz, tabiri caizse bir çerçeve çizdiğiniz de akademik çalışmalarınıza bakınca kendini belli etmekte, bu konuda da mutlaka söyleyecekleriniz olduğunu düşünüyorum.
Nâzım H. Polat: Fakülteye başladığımız günlerde Yeni Türk Edebiyatı dersimize gelen Prof. Dr. Orhan Okay Hoca’mız (o sıralarda doçent), Orhan Veli ve edebiyatımızın yenileşmesinden bahsetmeye başladı. Kendimce "Orhan Veli’nin üniversitede ders olarak okutulacak nesi var?.." diye sorgulamaya başlamıştım. Sonra konu Ahmet Haşim’e, Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Yahya Kemal’e gelince biraz daha o konularla bütünleşmeye başladığımı hissediyordum. Bu ilk intibalardan sonra ertesi haftadan itibaren dersin çerçevesinden asıl konulara geçilince Orhan Veli’nin üniversitede derse konu yapılmasının ne kadar isabetli olduğunu anlamaya başlamıştım.
Konularımız hakkındaki ilk intibalarım -müspet olmakla birlikte- bunlar lisede öğretilse daha yerinde olur gibi bir tereddüde doğru sürükleniyordu. Fakat sonra anladım ki her türlü bilginin çeşitli seviyelerde okutulması, anlaşılması, özümsenmesi olabilirmiş. Lisede okuduğumuz Ahmet Haşim ile kalsa idik belki de Ahmet Haşim’i kendi kendisinden kaçan çirkin bir adam olarak tanıyıp daha ileri gidemeyecektik. Ama şimdi "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" ile edebiyat estetiğinin alfabesini okumaya başlamıştık. Daha sonra okuyacağımız pek çok şeyde ilk aklımıza gelen metin, "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" oluyordu. Pek çok arkadaşım gibi ben de o zaman fark ettim ki Ahmet Haşim’in şiir hakkındaki mülahazaları edebî bakışın alfabesidir, kapısıdır. Oradan girilmeksizin edebiyat tahsili yapılamaz. Estetik ile ilgili meseleler tartışılamaz. Akademik hayata ilk adım atışımın bu derslerle ilgili olduğunu söylemem hatalı sayılmaz. Demek istiyorum ki akademik kadroya adım atmadan akademik meselelerle tanışmam merhum Orhan Okay Hoca’mızın bu dersleri sayesinde olmuştu. Daha sonra merhum Kaya Bilgegil Hoca’mızın Âkif Paşa’ya ait "Adem Kasidesi" ile başlayan dersleri âdeta yeni bir iklim yaşatıyordu bize.
Bu arada birinci sınıfta rahmetli Şerif Aktaş Hoca’mızın her gün ilk iki saat kompozisyon dersinin bulunduğunu ve bu derslerin, bilgi atlasımızın şekillenmesinde önemli yeri olduğunu belirtmem gerekir. Rahmetli Hoca, tıpkı Kaya Bey gibi, edebiyatı anlatırken âdeta aynı şeyleri yaşıyormuş intibaı uyandıracak yüz hatlarına kavuşuyordu. Anlattığı şeylerden hoşlanıp hoşlanmadığı yüz hatlarından o kadar belliydi ki onun dersinden çıktıktan sonra kafadar arkadaşlarla baş başa verip "Hoca şöyle deyince yüzü buruştu, böyle deyince gülümsedi…" gibi yorumlarda bulunuyorduk. Bu ders neydi biliyor musunuz? Komposizyon dersi. Daha sonra başka üniversitelerde veya çalıştığım üniversitelerde komposizyon derslerini tamamen lüzumsuz birtakım türlerle ilgili kitabi bilgilerle doldurulduğunu, şişirildiğini gördükçe Şerif Bey’in gerçek bir üniversite hocası olarak davrandığını anladım. Bugün de onu bu farklı dersinden dolayı daima rahmetle anıyorum. Hoca nazari bilgiden ziyade, yazı yazma faaliyetiyle bizi konulara aşina kılardı. Her derste, mutlaka kelime sınırı bulunan bir yazı veya paragraf yazdığımızı ve birkaçımızın o yazısını okuduğunu, yazı üzerinde sınıfça tartıştığımızı hatırlıyorum. Dikkat ediniz, "istediğiniz uzunlukta" demiyor, "Konunun önemini 50, konuyla ilgili görüşlerinizi açıklama fırsatı bulmaktan duyduğunuz heyecanı 30 kelimelik paragrafla ifade ediniz." gibi şartlar koyuyordu.
Üniversite yıllarındaki bütün hocalarımızı çok sevdim, çok benimsedim. Fakat özellikle Yeni Türk Edebiyatının devam eden bir edebiyat olarak genişliği, ufkunun sınırsızlığı, farklı farklı coğrafyalarda aynı zaman diliminde farklı edebî anlayışlarla karşılaşılması, Yenileşme Devri Türk Edebiyatının akademik alan olarak diğerlerinden çok farklı olduğunu ispata kâfi idi. Fakat tartışılan meselelerinin çokluğu da âdeta çalışma alanını ve zihnî faaliyetimizi genişletici nitelikteydi. İşte bütün bunlar çok büyük ölçüde bu üç hocamızın dersleri sayesinde fark ettiğim şeylerdi. Akademik hayata Yeni Türk Edebiyatı alanını seçerek başlamam onlardan aldığım ilhamlarla olmuştur muhakkak ki.
Benim akademik hayata başladığım yıllarda bir de "yan alan" vardı. Yan alan olarak ben Klasik edebiyatımızı seçmiştim. Böylece edebiyatımızı bütün devirleriyle bütün farklı anlayışlarıyla öğrenebileceğimi düşünmüştüm. Ne kadar öğrenebildiğim başkalarının takdirinde olan bir konudur ama bu seçimin şahsım için son derece isabetli olduğunu düşünüyorum. Böyle değil de mesela dille ilgili bir alan seçseydim veya halkiyat çalışmalarına dalsa idim öyle sanıyorum ki gerçek koşmam gereken kulvarı bulamamış olacaktım. Bununla seçtiğim alanda çok başarılı çalışmalar yaptığım iddiasında değilim tabii ki... Ama okuduklarımın, ilgilendiğim meselelerin beni hoşnut ettiğini çok rahatlıkla söyleyebilirim. Esasen Türklük biliminin bir bütün olduğuna yahut olması gerektiğine inanmaktayım. Çalışma alanlarımızın birbirinden farklı olması sadece ve sadece ihtisaslaşma ile ilgilidir. Ama ihtisas sosyal bilimlerde insanı dar bir alana hapsetmemelidir. Bir diş hekimi sadece diş kaplamasını öğretmekle yahut kanal tedavisi yaptırmayı öğretmekle ömrünü geçirebilir. Ben böylesi insan talihine acırım. Bizim çalışma alanlarımız çok daha geniştir ve birbiriyle hep iç içedir. Ayrıca insanın ufkunu daraltıcı değil, genişleticidir. Edebiyat bilimi alanında ne kadar çok mesele ile ilgilenirse bir insan o kadar iyi çalışmalar yapmaya kendini aday kılar.
Tayfun Haykır:Aziz Hocam, akademik çalışmalarınıza, özellikle kitap hacmini bulanlara bakıldığında her aşamada ciddiyetle çalışan bir edebiyat tarihçisiyle karşılaşılmakta. Hem bu tarzınız/tavrınız hem de tabiri caizse yıllar süren derin kazı çalışmalarınızla ortaya çıkardığınız gölgede kalmış isimlerden, külliyat sınırına ulaşan çalışmalarınızdan söz eder misiniz? Nedir sizi bu zahmetli ve tafsilatlı çalışmaların içine çeken?
Nâzım H. Polat: Hemen her şey gibi zahmet de göreceli bir kavramdır. İnsan hayatı nasıl tutarsa öyle götürür. Pek çok kimse ortadaki bir bilgiyi tekrar ederken bile çok zahmet çektiğini söyleyebilir. O kişi için bu zor olabilir. Buna da bir şey söyleyemem. Çünkü bence zorluğun ve kolaylığın tek ve belirgin bir ölçüsü yoktur. Soruyu sorarken kullandığınız bazı ifadeler, layık olmadığım ölçüde iltifat anlamı taşıyor. Dışarıdan öyle görünüyorsam "Keşke öyle olabilsem." derim. Ama öyle görünmüyorsam da öyle olmak için çalışmayı arzularım. "Zor"a tâlibim, zorda ulviyet vardır. Hiç kimse akademik hayatta düşündüğü her şeyi yapabilmiş değildir. "Her şeyi yaptım!" diyebilen insan zaten ufkunu daraltmış demektir. Esasen sosyal bilimlerde yapılan birçok çalışma, diğer birçok çalışmaya da kapı aralar. Bu itibarla yeni yeni koşu yolları gösterir insana.
Ben karınca kararınca, hak ettiği ilgiyi görmeyen veyahut göremediğine inandığım meseleler ve kişiler üzerine çalışmayı çok seviyorum. Bu tür çalışmalarla alanımıza bir yenilik katmasak bile çerçeveyi genişletmiş oluruz. Hatta bazen gölgede kalmış bir ismi ortaya çıkarma talihliliği yaşayabiliriz. BenCevat Rüştüile,ŞerafettinMağmumîile,YahyaSaimile,Tarsusîzadeveİdris Sabihile gölgede kalmış hatta unutulmuş birkaç ismi kültür ve edebiyat hayatımıza kazandırdığım inancındayım. Nefsimin söyletmiş olma ihtimali, yanılgıya düşme ihtimalimiz her zaman tabii ki vardır. Ama ben bilgi kaynakları kıt olan alanda çalışmanın, tekrara düşülen bilgilerle yapılan çalışmalardan daha önemli olduğu inancındayım. Yanıldığım düşünülebilir ama durum benim penceremden böyle görünüyor. Bugün çiçek edebiyatımızdan bahseden hemen herkes Cevat Rüştü’yü zikretmeden geçerse mühim bir eksiklik duymak zorundadır.
Bu, Cevat Rüştü hakkındaki birkaç yıllık çalışmanın ortaya koyduğu bir sonuçtur. Böylesi çalışmaların basılması ve ilgi görmesi insana ayrı bir vicdan rahatlığı yaşatıyor. Huzur denen şey ise herhâlde bundan ibarettir. Bu çalışmaların tamamını birden yok farz edecek olanlara da sözüm yok. Onların penceresinden varsın durum öyle görünsün. Ama ben kayıp hükmündeki birkaç ismi anılabilir kılmayı, çokça bilinen isimler hakkında çok iyi kitaplar yazmaya eş değer görürüm. Bu kanaatimin kabul görüp görmemesinin benim açımdan hiçbir önemi yok. "Derin kazı çalışması" ifadesi hoşuma gitmekle birlikte o kadar iddiayı benim omuzlarım taşıyamaz. "Kazı çalışması" ifadesi kaybolmuş şeyleri bulma mazmununa dayanıyorsa tabii ki hoşuma gider, enaniyetimi okşar. Kazı çalışması yapma iddiası bana göre değil. Keşke öyle olsa... Ama onu beceremesem de gayretim o yöndedir, zorda ulviyet vardır.
Tayfun Haykır:Sayın Hocam, bir de sizin kişisel gayretinizle 26 yıldan beri aralıksız yayımladığınız, yılda iki sayı çıkarılan ve 50 sayıyı geride bırakmış, alanın en saygın bilimsel dergilerinden biri olarak kabul görenTürklük Bilimi Araştırmalarıvar. Her kitabını evladı bilen sizin için uluslararası hakemli bir dergi olarakTÜBARne anlam ifade ediyor, derginin ortaya çıkış macerasına da değinerek bu sorumu da rica etsem yanıtlar mısınız?
Nâzım H. Polat:TÜBARismi anılınca ben bütün hücrelerimle heyecanlanıyorum. Ama şimdi sakince, onun yayın sürecini ve çizgisini anlatmaya çalışayım. 1995’te devrin profesör unvanlı başbakanı hanımefendi birtakım iktisadi sıkıntılardan bahsederken üniversitelerin bütçelerinden, o bütçelerde akademik yayın harcamalarından da bahsetmişti. Özet olarak dediği, kime yayın lazımsa bu tür dergileri onların finanse etmesiydi. Bu, bir akademisyenin asla söyleyebileceği bir cümle değildi bence. Ama mevcut durum böyle olunca bir şeyler yapmak lazımdı.TÜBAR’ın çıkışındaki gereklilik öncelikle buna dayanmaktadır.
Fakat öteden beri, dergicilikle ilgilendiğim, ortaokul ve öğretmen okulunda duvar gazetesi yayımlama işleminden tutun da bazı sanat dergilerinin çıkışına kadar birçok yayın faaliyetine yardımcı olduğum hâlde bilimsel bir dergi için aynı şeyleri yapamamanın hüznünü içimde saklıyordum. Bu da bir başka sebep teşkil etti. Böylece alanımızda bilimsel bir dergi çıkarmak için kolları sıvadık. Alanımızın tamamını kapsayabilmesi için yani yayın çizgisinin olabildiğince geniş tutulduğunu göstermek için ismin de ona göre seçilmesi lazımdı. "Türklük Bilimi Araştırmaları" ifadesini uygun buldum. Fakat birlikte çalıştığımız, dergiye yardımcı olacağını vaat eden bazı arkadaşlar, "Turancılık kokuyor!.." diyerek bu isme itiraz ettiler. Fakat itiraz, fikrimin daha sabit bir hâle gelmesini sağladı. Esasen düşündüğüm şey; Türklük bilimi alanında ve Türk dünyasına dair meseleler hakkında yayın yapma iddiasındaki bir derginin ilgilendiği bilim alanına ait terimlerin Türkçeden seçilmesi gerektiğiydi.
Vaktiyle aynı anlamda "Türkoloji", sonra "Türkiyat" ifadeleri kullanılmıştı. Bu itibarla Türklük bilimi, ifadesi son derece uygundu. Ondan Turancılık kokusu alınması ise bence bir iftihar kaynağıydı. Bir Türk’ün hatta Türklük bilimi alanında çalışan birisinin Türk dünyasının bütünlüğü anlamına gelen Turan’dan, Turancılıktan gocunması, ürkmesi tamamen anlamsızdı. Özetle bu ismin bazılarını gocundurması, isabetli bir seçim olduğunun da başka bir deliliydi. Derginin hakemli olması çok istediğim bir ölçüttü fakat ilk sayılara yazı vermeyi taahhüt edenlerin bu usulü uygun bulmamaları yüzünden, hakemsiz bir dergi olarak yayın hayatına başladı. Dergi idaresini Sivas’tan Niğde’ye taşıdıktan sonra yani 10. sayıdan itibaren yeni bir hüviyetle, bazı yüklerden kurtulup ulusal hakemli bir dergi olarak yayınını devam ettirdi. Ne zaman ki uluslararası nitelikleri tam anlamıyla taşıdığına kanaat getirildi, o zaman yani 2009’da uluslararası hakemli dergi ifadesiyle son hâline kavuştu. Derginin Sivas’ta basılan 1-8. sayıları, basım tekniği açısından iyi durumda değildi. Bu sebeple yine Sivas’tan çıkan 9. sayıyı Ankara’da bastırmıştık. Sonraki sayıların basım kalitesi alanındaki pek çok dergiden daha geride değildir ama takdir edersiniz ki arkasında ne bir vakıf ne bir kurum ne bir para babasının olduğu bir dergi, ancak bu kalitede çıkabilirdi. Daha sonraki yıllarda hem internet üzerinden hem de basılı olarak yayımlanmaya başladı. Hâlen bu şekilde yoluna devam edenTÜBAR, işlemlerini Dergipark üzerinden sürdürmektedir. Sözünü ettiğimiz aşamalar, kurumsal kültürün gelişmesi açısından son derece isabetli olmuştur. Bu vesile ile dergimizin en iyi şekilde basılması için emeğini esirgemeyen, hepsi hasbi ve tokgözlü insanlar Dilek Matbaası (Sivas) sahibi Ahmet Turan Tok’u rahmetle, Bizim Büro Matbaası (Ankara) eski sahibi Efrasim Tanrıverdi’yi ve yeni sahibi Mahmut Bahar’ı şükran duygularıyla anmak isterim. Dergiyi matbaaya götürülecek seviyeye ulaştırırken "gönüllüler ordusu" demeye layık o kadar çok arkadaşım var ki onlardan birinin bile adını unutmak yüzümü kızartacağı için isim zikretmeden o adsız kahramanlara binlerce teşekkür eder,TÜBAR’ı benden sonra da devam ettirmelerini dilerim.
Tayfun Haykır:Hocam,TÜBAR’ı emsallerinden ayıran önemli özelliklerinden biri sizin yazdığınız takdimler olmalıdır, ne derseniz?
Nâzım H. Polat: Evet, son derece isabetli bir tespit. Ben de böyle bilinmesini, böyle görülmesini arzu ederim. Oradaki yazılar, benim veya bir başkasının, kafamızın mahsulü, aklımızın üretimidir. Ama takdimler, birçoğu duygu yüklüdür. Bilimsel bir dergide böylesi bir durumun yeri var mıdır, diye sorulabilir. Fakat Türklükle ilgili yayın yapmak iddiasındaki bir derginin Türk dünyasını üzen veya sevindiren herhangi bir mesele karşısında duyarsız kaldığını söylemek abestir. Ayrıca bunun bilimsel tavırla da hiçbir alakası yoktur, bilim yapan insanlar öküz duygusuzluğuyla değil, insan duygusallığıyla bakarlar bu tür meselelere. Zaman zaman takdimlerde işte bu çeşit bir duygusallık görülmektedir. Fakat dergiyle alakalı teknik meseleler hakkındaki kısımlarda, o duygusallığın yerini hiç şüphesiz aklın gereği almaktadır. Yani makaleler kafamız ise, takdimler kalbimdir.
Tayfun Haykır:Hocam, sizi tanıyan herkes akademik anlamda ciddiyetiniz, insani mana da ise nezaketinizin yakından şahididir. Bu bağlamda "hoca-talebe" ilişkinizi hem kendi hocalarınızla hem de öğrencilerinizle olan münasebetleriniz üzerinden anlatır mısınız?
Nâzım H. Polat: Üniversite hocalarım arasında yalnızca rahmetli Şerif Aktaş Hoca’mla daha serbestçe görüşürdüm. Fakat mizacım itibarıyla diğer hocalarımdan ne kadar yakınlık görsem de o yakınlığa cevap verecek ölçüde bir senli-benlilik içerisinde hiç olmadım. Bunun sorumlusu tamamen mizacımdır. Rahmetli Kaya Bey’in de Orhan Bey’in de mültefit davranışlarına rağmen ben haddimi aşmak endişesini daima taşıdım. Biraz önce söylediğim gibi bu davranış tarzı, iyi ise de benim kötü ise de benimdir. Şurasını da söylemeliyim durum bu olmakla birlikte o mültefit tavırlar karşısında kalbimdeki samimi duyguları hocalarıma yansıtamayışım bugün için bir nedamet sebebidir.
Üniversite ikinci sınıfın sonlarında veya üçüncü sınıfa geçtiğim sıralarda Merhum Prof. Dr. Kaya Bilgegil Hoca’mız, ki o zaman dekanımızdı, beni çağırıp makamında"Evladım, seninle bir fotograf aldırabilir miyim?"deyişi karşısında renkten renge girerek benim için bir şeref olduğunu söyleyişimi hiç unutamam. Ha bu arada, fotoğrafı çekenin de bugün Halkiyat alanının önemli isimlerinden Prof. Dr. Ali Yakıcı olduğunu söyleyeyim. Bu mültefit tavır benden, benim öğrencilerime karşı olmuş mudur?.. O tavır, Kaya Bey gibilere, Orhan Bey gibilere hastı. Ben böyle bir iddiada asla bulunamam ama elimden geldiğince, hocalarımdan gördüğüm hüsn-i kabulü öğrencilerime göstermeye gayret ettiğimi söylemem yanlış olmaz sanırım.
Tayfun Haykır:Sayın Hocam, sizin en önemli vasıflarınızdan biri de bir kitap tutkunu olmanız. Fakültedeki odanızın dört cephesi, evinizin nerdeyse her odasına taşan kitaplıklarınızla çok büyük bir şahsi kütüphaneye sahipsiniz. Kitaba olan bu tutkunuz nasıl başladı, bu kütüphane nasıl ortaya çıktı ve daha genel manada kitapla olan bağınızı nasıl tarif edersiniz?
Nâzım H. Polat: Çok basit. Herkes hayatta bir şeyler topluyor. Ben de hep kâğıt topladım. Bazılarının topladığı kâğıt elinde para oldu. Benimse topladığım paralar hep dosya kâğıdı oldu… Bir kısmı kitaba dönüştü, bir kısmı güzellik uykusunda, sırasını bekliyor. Sakın bununla durumumdan şikâyetçi olduğum anlamı çıkarılmasın. Şu an kendi çapımda fena sayılmayacak bir kütüphane sahibiyim.
Bu kitapların tamamı banknot olsa veya altın olsa acaba beni, kitapları seyrederken yaşadığım mutluluğa kavuşturabilir mi? Başkasına tuhaf gelirse gelsin. Bence kitabın verdiği huzuru, bazen yaşattığı hüznü dünyada hiçbir şey veremez, yaşatamaz. Rahmetli Nihat Sami Banarlı ömrünü kitaplarla geçirmiş. Yazdığı son şiiri -bildiğim kadarıyla- "Kitaplar" başlığını taşımaktadır:
Niçin okudum kitaplar
Niçin okudum sizi
Siz ki göstermediniz bana
Saadetlerin çalkalandığı denizi
Hangi sahifenizi muskalaştırmalıydım
Murada ermek için
Murada ermek ve bir gün görmek için
Ortaokul yıllarında ekmek dolabından bozma üç raflık bir kitaplık yapmıştım kendime. Bir müddet sonra daha büyüğünü yapmak istedim, karşıma koskocaman bir pencere kasası çıktı. Onun arkasına bir dırolit çakarak, içini raflarla döşeyerek kitaplığa dönüştürdüm. Üçüncü adım artık marangoza kitaplık yaptırmak oldu. Sonra sonra kitaplar artıkça kitaplıklar da bir şekilde gelip o kitapları kucakladılar. Kitaplığımın zenginleşmesinde merhum Şevket Rado’nun büyük payı vardır. 1982’de İstanbul Üniversitesindeki Türkoloji Kongresi’ne gitmiştim. Tanıdık birileri (kim olduğunu şimdi hatırlamıyorum) Şevket Rado’nun salonlarda beni aramakta olduğunu söylediler. Gidip buldum kendilerini. Sohbet arasında Almanya’ya katarakt ameliyatı olmak için gideceğini fakat ameliyat sonrasında görememe ihtimalinin de bulunduğunu, bundan dolayı kitaplarını bir an önce değerlendirmek istediğini, en münasip kişi olarak da beni gördüklerini ifade ettiler. Bu meslek hayatına daha yeni başlamış çok sıradan birisi olarak benim için hayli onur ve heyecan vericiydi. Fakat ben o kongreye giderken Şevket Rado ile ilgili bir kitap yazma niyetimi birkaç soruya çevirmiştim. O sorularla Rado’dan hayatıyla ilgili bilgiler alacak ve sonra eserlerinden hareketle yapacağım çalışmayı şekillendirecektim.
Onun teklifi ne kadar hoşuma gitse de daha önceden tanıdığım bildiğim o kütüphaneyi almak yapacağım çalışmayı gölgede bırakır hatta hasbîlikten uzaklaştırır diye düşündüm. Kendilerine çantamdan çıkardığım onun hakkında soracağım soruların yazılı olduğu kâğıtları göstererek o kitapları almamın bu çalışmayı hasbîlikten çıkaracağını ifade ettim. Çok kısa bir duraksamadan sonra"Bu çok asil bir düşünce, sizi şimdi daha çok sevdim ama yine de başkalarının ilgilenmeyeceğini düşündüğüm bazı hikmet-i bedâyi kitaplarını size hediye etmek isterim. Çünkü bunların her birinden birkaç tane var bende. Lütfen bunları kabul edin."dediler. Kendimi "evet" demeye mecbur hissettim. Ama bir yandan da bulamayacağım, bulsam da fiyatından dolayı alamayacağım bu kitaplara kavuşma ümidinden dolayı çok memnun olduğumu belirttim. Ertesi gün o kitapları kolilenmiş hâlde ve Cihangir’den Selimiye’ye kadar götürecek parayla birlikte bana teslim etti. Parayı almamak için ne kadar direndiysem de hiç unutamayacağım şu cümleyi söyledi, "Evladım senin paraya ihtiyacın var. Gençsin çünkü. Benim parayla işim yok. Bu kitaplar bana yük oldu, sana olmasın. Tahmin ediyorum ki bu para oraya kadarki taksi ücretini karşılayacaktır…" Taksimetre kuruşu kuruşuna onun verdiği parayı yazdı. Kitaplığımdaki eski harfli eserlerin mühim bir kısmını işte bunlar teşkil etmektedir. Daha sonraki yıllarda ne zaman bir kitabı almak istesem bir şekilde para gelip beni buldu. Çok şükür sıkıntı çekmedim. Bir başkası belki o parayı başka bir şeye harcardı ama ben tercihimden memnunum. Bu tercih bana her zaman huzur vermiştir. Bütün bunları söylerken karşıdaki birilerine kütüphanemin mükemmel olduğu yolunda bir kanaat vermiş olmayayım. Çünkü her kütüphane noksandır. Kütüphanenin noksanlığı mevcut varlığı kadar insanı teşvik edicidir. Bu itibarla iyi bir kitapsever (benim böyle bir iddiam olamaz) kütüphanesinde ne kadar noksan hissediyorsa kütüphanesini o kadar zenginleştiriyor demektir. Benimki sadece kendi ihtiyacımı kısmen karşılayacak ölçüde kâğıt bolluğuna sahip.
İddia sahibi değilim ama daha dar çerçevedeki kitaplık sahiplerinin kitaplıklarından büyük iddia sahibi olduklarına da şahidim. Onları kendi iddiaları ile baş başa bırakalım. Ben asıl alamadığım kitaplar yanında aldığım hâlde okumaya fırsat bulamadığım kitaplar için yanarım ve o yazarlarının emeğinin zayi olduğuna inanırım. Hayran olduğum kitaplardan biri Ali Çankaya’nınMülkiyeliler Tarihi’dir. Ona doğrudan hiç ihtiyaç duymadığım zamanlarda bile yeni isim ve konularla karşılaşmak maksadından dolayı onu okuma ihtiyacı duyarım. Bazen yıllarca arasam bulamayacağım bilgiler karşıma çıkar orada. Bu bir insan için ne büyük talihliliktir. Daha böyle nice kitap var ki onların gönlümdeki yeri bambaşkadır.
Aslında kenarda köşede gezindim. Soruya tam cevap veremedim ama kitaplarla ilgili her soru ancak ve ancak yarım yamalak cevaplandırılabilir. Bu kitabın sihridir. Allah, kullarına kitapla seslenmiş… Okyanusu kulaçlayarak geçemezsiniz. Kitaplar şu kadar iyidir, bu kadar iyidir diye istediğiniz cümleyi kurun. Onun üstünlüğünü ben değil hiçbir kul tam manasıyla izah edemez. Mademki yarım kalmaya mahkûmdur biz de yarımın bilmem kaç ölçek yarımını söylemiş olalım, söylemekle yetinelim.
Tayfun Haykır:Muhterem Hocam, kürsüde 45 yıl ders veren bir hoca ve aynı zamanda çeşitli idari görevlerde bulunan bir akademik yönetici olarak özelde Yeni Türk Edebiyatı alanını, genelde ise akademimizi mevcut hâli ve olması gereken hâli üzerinden kısaca değerlendirir misiniz?
Nâzım H. Polat: Akademik hayatımız, özellikle son on yılda akademik endişeyi yani sorumluluğu tamamen bir tarafa bırakarak ne olursa olsun sayıyı çoğaltmaya yönelmiştir. İşyerini genişleten bir fabrikatörün, eleman sayısını çoğaltan bir patronun övünmesi gibi tuhaf bir ruh hâli içindeyiz. Üniversitede kaliteyi yükseltmek yerine sayıyı fazlalaştırmayı âdeta bir amaç hâline getirmiş bulunmaktayız. "Bak kaç kişiye daha ekmek verdim." diyen fabrikatör edasıyla üniversite sayımızı çoğalttığımızı yani iş yerini genişlettiğimizi söyleyip duruyoruz. Fakat asıl olan akademiyanın sıradanlaştığı, özellikle sosyal bilimlerde 1950’lerdeki liselerin gerisine düştüğünü fark etmeyen o kadar çok yetkili ve etkilimiz var ki… Üniversiteye İş ve İşçi Bulma Kurumu nazarıyla bakılamaz, bakılmamalıdır. Bilgi üretimi, iş üretimi gibi bir şey değildir. Sıradanlaşmayı bilgi üretimi sandığımız takdirde gerçek bilgiye, toplumsal değer ifade eden bilgiye erişmemiz imkânsızlaşır. Günümüzde akademiyanın birinci derecedeki sorunu bence bu noktadadır.
Siyasetçiler istedikleri kadar, vatandaşın ayağına üniversite götürdüklerini söyleyip dursunlar. Üniversite sayısının çok olması bilgi üretiminin çok olduğu anlamına gelmez. Bu davranış tarzı özellikle sosyal bilimlerde irtifa kaybından başka bir şey getirmez. Binaların alnına yeni tabelalar çakıp yeni üniversiteler kurabilirsiniz. Akademik kadroları oluşturma imkânlarını, atadığınız idarecilerin cebine doldurur, akademisyen üretimini tam gaz devam ettirebilir, elinizdeki hammaddeyi 10 yılda "profesör" unvanlı, tek tip "mamül madde" yapabilirsiniz. Yaptığınızla "hepsi bizim" diye övünme vesilesi de hakkınızdır. Ama biliniz ve unutmayınız ki insan fıtratı, biyoloji kanunları dışında değildir. Aynı cinsten olanlar büyüyüp çoğunluk olur, büyüyen çoğunluk bölünür, kendi çürüğünden kendi kurdunu çıkarır. Kurtlanmış kurum sizin olsa neye yarar?
Özelde kendi çalışma alanım olan Yeni Türk Edebiyatının durumu da bu aynanın herhangi bir yerindeki görüntü gibidir. Türk akademiyası sosyoloji alanında en son Erol Güngör’ü çıkarmış olmakla övünebilir. Üniversitelerimizde Nihat Sami Banarlı ayarında bir edebiyat tarihçisi yetişmedi. Ömer Faruk Akün’ü bu hükmün dışında tutsak bile o da kendisinden beklenen eseri yazamadı. Hukuk okuyup edebiyat öğretmenliği yapan Cevdet Kudret’in bilgi genişliğini yansıtacak bir akademisyen yetiştiremedik. "Hayır!.." deyip sayabileceğimiz isimlerin hepsi, dikkat ediniz 1990 öncesine aittir. Kalbim kan ağlayarak ifade etmek mecburiyetindeyim ki 1950’li yılların liseleri seviyesinde olmayan, olamayan pek çok apartman üniversitemiz vardır. Hatta bu cinsten devlet üniversitelerimiz vardır. Hülasa-i kelam akademiya diploma üretim merkezi hâline gelmiştir. Hele hele doçentlik sınavlarının 1970’li yıllardaki lise bitirme sınavlarının gerisinde kalışı bu kurumları sayı bolluğuyla övünen bilgi üretiminde behresiz kurumlar hâline getirmiştir. Tanpınar’a rahmet olsun,Saatleri Ayarlama Enstitüsügibi bir şey. Bu hâliyle Türkiye’deki üniversiteler bilgi üretimine katkıda bulunamaz. Çünkü disiplin değil, disiplinsizlik; iyilik değil kötülük; kalite değil kalitesizlik kendisini çoğaltıcı niteliktedir. Onlar çoğalırken karşıtlarını yok ederler. Bu hususta söylenecek daha çok şey varsa da benim değil sorumluluk mevkiinde olanların bunu idrak etmesi önemlidir.
Tayfun Haykır:Hocam, dile kolay akademide yaklaşık 45 yılı geride bıraktınız. Bu 45 yıl içinde unutamadıklarınız mutlaka olmuştur; şahıslar, mekânlar yahut olaylar süzgecine takılanlardan birkaçını okurlarımızla paylaşmanızı rica edebilir miyim?
Nâzım H. Polat: Rahmetli kayınpederim Turgut Yılmaz’ın "Sır" başlıklı bir şiiri vardır.
On yıl dile kolay gelir
On yıl düşün ki az değil
Kendimi kahredip kendim
Bütün engelleri yendim
Ve anladım ki efendim
Bu bir geçici haz değildiye başlar. Uygun düştükçe söz ırmağını çevirir on yılı kırk yıl, elli yıl diye değiştirerek yeni uyarlamalar yaparım. Kırk beş yıl sizce uzun bir zaman olabilir ama göz açıp kapamaktan ibaret gibi bir şey.
Yani sürenin uzunluğu kısalığı tamamen görecelidir. Eğer takvimi gereği gibi doldurabiliyorsak, verimli kılabiliyorsak, dolu dolu yasabiliyorsak mesele yok. Ama bunun zıddı daima pişmanlık vericidir. Allah kimseyi pişman etmesin ama benim de kendimce iyi değerlendiremediğim bazı yıllarım, dönemlerim vardır. Buna rağmen kendimi "boşa çalışsam da boş durmadım" diye tanımlarım. Çünkü çalıştığımın kime ne kadar yarayacağını, nefsimin ivgasıyla doğru tespit edemeyebilirim. Fakat buna rağmen sorumlu olduğum şey boş durmamaktır. Ben de onu yapmaya çalışıyorum. Akademik hayatta değil de ta ilkokul sıralarına kadar götürebileceğim, hayatıma yön veren bazı hadiseler vardır. Babamın okuma-yazma öğretmesi hiç şüphesiz bunların başında gelir. Ortaokul sıralarında İngilizce öğretmenim Şahabettin Ay’ın İngilizce öğrenme gayretime karşılık benimle çok ilgilenmesi, Yurttaşlık Bilgisi dersinde rahmetli İsmail Hakkı Kap Hoca’mın beni başbakan seçmesi ve hazırlayıp derste okuduğum hükümet programını beğenerek alkışlaması hiç unutamayacağım şeylerdendir.
Tat Öğretmen Okulunda "Garip Kafkaslı" takma adıyla meşhur Ahmet Ali Arslan Hoca’mız, heyecanlarını öğrencilerine yansıtmakta bir örnek insandı. O heyecan, pek çok arkadaşım gibi bana da sirayet etti. Aynı cümleyi onun bacanağı Nuri Yazıcı için de söylemem gerekir. Meslek dersleri hocamız Tortumlu Mustafa Özcoşar, dayım Müfettiş Nizamettin Önal’ın arkadaşıydı; sık sık okul başarımı sorardı. Abdullah Soytürk, Edebiyat dersi hocamızdı ve bende edebiyata karşı farklı bir duyarlılık kesinlikle bu hocamla başladı. Rahmetli Nurdan Türker Hoca’mız da Edebiyat dersleriyle ve iltifatlarıyla bu dersi daha fazla sevmemin bir başka vesilesidir. Aynı yıllarda aynı okulda Ömer Faruk Huyugüzel Hoca’mız (ki bugün emekli profesördür) edebiyat hocası olduğu hâlde din dersimize gelmişti. Ama onun da kültür programlarında bizlere yardımı, daima yönlendirici oldu. Yine hem benim Tokat’ta, hem de çocuklarımın Sivas’ta edebiyat hocaları olan Ayfer Erturan-Ahmet Turan Erturan çifti, anmam gereken özel isimler arasındadır. Tokat Öğretmen Okulunun hayat çizgimde mutena ve müstesna bir yeri vardır. Oradan mezuniyet günüm bayramım olacaktı fakat sadece iki ay kala Bolu Öğretmen Okuluna gönderildim. Bolu’yla ilgili kalıcı hatıralara sahip değilim. Üniversitede ilk gün, ilk dersimize saat 8.00’de "Dr. Şerif Aktaş" Hoca’mızın geldiğini bugünkü gibi hatırlıyorum. Şerif Bey sayesinde edebiyat alanına daha şuurlu bakmaya başladım. Diyebilirim ki duruma en uygun kelime seçme hassasiyetini Şerif Bey’den öğrendim. Biraz önce söylemeye çalıştığım üzere Kompozisyon derslerinde daima yazma ödevi verişini ve bunları mutlaka kontrol edişini hiç unutmam. Bu kontrol sırasında sanırım daha kalıcı olması için defterimize notlar yazdığı gibi, değiştirdiği şeyleri uzun uzun izah edişi benim ufuk açıcı olmuştu. Şerif Bey’in oda arkadaşı olarak tanıyıp zaman ilerledikçe titiz çalışmaları yanında beşerî vasıflarına daha çok hayran kaldığım Prof. Dr. (o zamanlar Dr. Asistan) Celal Tarakçı Hoca’mızdan Yeni Türk Edebiyatı dersi almak nasip olmadı. Fakat Şerif Bey’den onun "iyi insan" sıfatına dair nice güzel şeyler dinledim…
Prof. Dr. Yavuz Akpınar Hoca’mız daha o zamanlar Dış Türkler edebiyatıyla ama özellikle Azerbaycan ve İran’daki Türklüğün edebiyatıyla ve kültürüyle ilgili çalışmalar yapıyordu. Yeni Türk Edebiyatı alanının tek asistanı Belkıs Altuniş [Gürsoy] (şimdi Prof. Dr.), Bilgegil Hocachr("39")mızın bir idarî işten ötürü gelemediği Edebî Bilgiler derslerini yürütürdü.Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belâgât)kitabı henüz yayımlanmamıştı ve başka bir yerde bulamayacağımız nitelikteki o bilgilerin her biri bizim için yıldızlar kadar uzak, güneş kadar aydınlatıcıydı. Eski Türk Edebiyatı hocalarımız rahmetli Prof. Dr. Halûk İpekten ve Prof. Dr. Hüseyin Ayan (o zamanlar ikisi de Doç. Dr. idiler) çok kuvvetli divan edebiyatı kültürü sahibiydiler. Onların bir beyit üzerinde bir ders boyunca konuşmaları, bu dersi nazarımızda çok farklı bir yere, biraz da kutsi bir çizgiye oturtuyordu. Yakın dönemin hem Klasik Türk Edebiyatı hem siyaset alanındaki önemli isimlerinden olan Prof. Dr. Mustafa İsen de o zamanlar Erzurum’da idi. Halk Edebiyatı derslerimizin üç doçenti vardı: Rahmetli Bilge Seyidoğlu ve Muhan Bali Hoca’larımız halk edebiyatını özellikle âşık edebiyatı ve halk hikâyeleri bağlamında iyi öğrenmemizi sağlamışlardı. Saim Sakaoğlu Hoca’mız masallar ve destanlar bahsinde daha o zamanlar bilim âleminde en çok tanınan isimdi. Rahmetli Selahattin Olcay Hoca’mız Erzurum’daki son derslerini bizim dönemde verdi. Mehmet Akalın rahmetli, iki dönem dersimize gelmişti. Bu iki hocamız da ses tonlarının çok düşük olmasıyla hafızalarımızda yer etmiştir.
Onların dersine sınıfa daha erken girerek ön sıralarda yer alma yarışımız vardı. Özellikle bu iki hocanın derslerinde kürsünün tam karşısında, en önde oturmaya çabalardım. Efrasiyap Gemalmaz Hoca’mız daha sınıfa girerken attığı kahkahalarla ders boyu hiç bitmeyen enerjik ve neşeli tavırlarıyla, yine kahkahalar atarak ders anlatışıyla diğer hocalarımızdan farklıydı. Turgut Acar Hoca’mız dil dersleri yanında el sanatlarıyla ilgilenmesi, önemli bir farklılıktı. Halide Dolu rahmetli de hocalarımızdandı. Fakat ben onu, dersimize gelmediği için Araştırma Enstitüsü bünyesindeki memurluğum sırasında tanımıştım. Merhum Kaya Bilgegil, merhum azizler azizi doktora hocam Orhan Okay ve yine merhum Şerif Aktaş Hoca’mın gönlümdeki mutena yerleri hakkında daha önce dilim döndüğünce bir şeyler söylemiştim. Bölümümüz hocası olmamakla birlikte Fahrettin Kırzıoğlu’nun İnkılap Tarihi derslerini hiç kaçırmazdım. Kendi grubum dışında başka gruplara olan derslerini takip etmeye çalışırdım. Rahmetli, bir derste, türkü sandığım çok tanıdık bir metin okudu:"Ahıska gül idi gitti / Bir ehl-i dil idi gitti / Söyleyin Sultan Mahmut’a / İstanbul kilidi gitti".Bu mısralar rahmetli dedemden türkü olarak dinlediğim mısralardı. Kırzıoğlu’nun ifadelerinden anladım ki bu şiir, Ahıska’nın 1828’de düşmesi üzerine Gül Ali Baba adlı bir şair tarafından söylenmiş.
Dedem hemen her gün elini kulağına atarak bunu bir türkü olarak söylerdi ama Kırzıoğlu’nun gözyaşlarıyla bu şiiri okuması, yüreğimde gizli bir noktayı kanattı. O günden sonra Kırzıoğlu’nun başka fakültelere verdiği dersleri de takip etmeye başladım. Zaman zaman heyecanlanıp, hüzünlenip ağlayışı gözümün önünden gitmez. Enver Konukçu ve Coşkun Alptekin Hoca’larımız da tarihçiydi ama onlar sohbetlerinde en hissî konulardan da ciddiyetle bahsederlerdi. Orhan Türkdoğan Hoca’mız o yıllarda Erzurum’da İşletme Fakültesindeydi. Kendisi, Orhan Okay Hoca’mdan Resneli Niyazi’nin eski harfli hatıratını okuyacak bir isim istemiş, Hocam da benim adımı önermiş. Türkdoğan Hoca’nın dersi olmadığı zamanlar ona,Hatırat-ı Niyazi’yi okurdum, o da notlar alırdı. Daha sonra bunun bir yazıya yahut kitaba dönüşüp dönüşmediğini bilmiyorum. Ama o vesileyle Hoca hem siyasi hem de kültür tarihimizle ilgili çok ilginç şeyler anlatmıştı. Sonraki yıllarda hemen hemen bütün kitaplarıyla karşılaştım ve o zaman zihnimde netleşti ki Türkiye’de Gökalp izini takip eden yegâne sosyoloğumuz Orhan Türkdoğan’dır. Doğrudan değil ama eserleriyle tanışınca Erol Güngör’ün de aynı çizgide olduğunu öğrendim, Mehmet Eröz yine öyle. Ama ne yazık ki Türklük biliminin bir kolu olan sosyoloji Türkiye’de daha sonra bu raydan çıktı, farklı istikametlere evrildi. Bütün bunların bir terkip hâlinde bende hâlâ yaşadığını yani yaşatmak istediğimi söylemek isterim.
Tayfun Haykır:Sayın Hocam, sizi tanıyanlar çok iyi bilecektir ki emekliliğiniz sadece kâğıt üzerinde kalacaktır. Bu dönemde yapmayı planladığınız işler, çalışmalar ve bunların muhtevaları hakkında söyleyecekleriniz nelerdir?
Nâzım H. Polat: Bir Ahmet Rasim külliyatı oluşturmayı çok isterim. Ama buna başlayabilecek miyim? Ömrüm yetecek mi? Azrail ile ne zaman geleceğine dair bir sözleşme yapamayacağımıza göre başladığım takdirde böyle bir çalışma yarım kalır mı? Yarım kalan çalışma aynı minval üzere devam ettirilip sonuçlandırılabilir mi? Daha birçok soruyu bunların peşine takabilirim. O zaman bir çalışmayı tam manasıyla bitirmeden bir başkasına başlamanın, ikisini birden yarım bırakmak tehlikesiyle yüz yüze gelme ihtimalinin bulunduğunu düşündürüyor. Onun için bundan sonra neler yapabileceğimi hiç kestiremiyorum ama niyetim emeklilikle birlikte akademik hayata ikinci bir giriş yapmak. Ben çalışmakla vazifeliyim. Gerisini bilemem, Mevlâ’mın bileceği şey…
Hak şerleri hayreyler, Zannetme ki gayr eyler.
Ârif anı seyreyler. Görelim Mevlâ neyler, Neylerse güzel eyler.