Prof.dr. Birol Emil: "İmdat Avşar "Bütün Türklük"ün, Türk dünyasının seçkin sanatkar şahsiyeti ve kültür elçisidir!"


Değerli Hocam;

Benim için son derece kıymetli olacak bu söyleşiyi kabul ettiğiniz için, bize zaman ayırdığınız için size müteşekkirim!

Bugünlerde sizin "Türk Kültür ve Edebiyatından / Meseleler" ve "Türk Kültür ve Edebiyatından / Şahsiyetler" adlı kitaplarınızdan Türk edebiyatına, medeniyetine dair bakış açınızı, Türk edebî dilinin sorunlarını mükemmel bir şekilde dile getirdiğinizi ve bu sorunların halli yöntemlerini izahınızı okumak şerefine nail oldum. Aynı zamanda Türk Edebiyatı Vakfı’nın sizin ilmi ve eğitim faaliyetinizin 60. yıldönümüne armağan olarak hazırladığı kitabı okudum. En başta sizin kendi kaleminizden aktardığınız hayat hikâyenizi, bizlere, gelecek nesillere örnek bir Cumhuriyet dönemi aydınının, akademisyeninin nasıl yetiştiğini ve öğrencilerinizi nasıl yetiştirdiğinizi müşahede ettikçe, böyle bir mefkûre adamının her anı hikmet dolu ömür sayfalarını okumanın onurunu yaşadım.

Bir zamanlar bizim atalarımız Türkiye sözünü fısıltıyla söylermiş. Ne mutlu bize ki, bugün sizin gibi sözü, kalemi kıymetli bir Türk aydınının ilminin ışığıyla edebiyat dünyasına seyahat edebiliyor, eserlerini okuyabiliyor, sohbetlerini dinleyebiliyoruz.

Bugün Azerbaycan’da her birimizin evimizde, kütüphanemizde Türk diline, medeniyetine, edebiyatına dair eserler yer almaktadır. Aynı şekilde Azerbaycanlı kalem erbabının kitapları da Türkiye’de yayınlanmakta, okunmakta. Ve bu işte bizim "gönüllü kültür elçimiz" diye sevdiğimiz, "Azerbaycan edebiyatının fedakâr dostu, yorulmaz tebliğatçısı" İmdat Avşar’ın hizmetleri son derece kıymetli ve büyüktür.

İmdat Avşar şahsiyetiyle Türkiye ve Azerbaycan edebî alâkaları arasında, yaratıcılığı ile klasik Osmanlı nesri ile çağdaş Türk nesri arasında, aynı zamanda Türk milli musikisi ile folkloru, halk yaratıcılığı kavşağında son derece itibarlı bir bağ oluşturan manevi köprüdür.

Ben bu çerçevede İmdat beyin edebî faaliyetleri ve kişiliği üzerinde doktora tezi hazırlamaktayım.

Bugün imzasıyla, yazdıklarıyla edebiyat araştırmacılığında mektep yaratmış Birol Emil’in edebî kriterleriyle İmdat Avşar yaratıcılığını gözden geçirmek, Birol Hocamızın yazarın eserlerini, sanatkârlığını değerlendirmesini dinlemek bizim üçün şeref olacaktır. Bana zaman ayırdığınız için size şimdiden teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.

Hayale Zerrabkızı

Azerbaycan

*****

Muhterem Hanımefendi!

Büyük hikâyecimiz İmdat Avşar vasıtasıyla gönderdiğiniz mektup ve yazılı mülâkat sorularınız için siz Hanımefendiye teşekkür ediyorum. İmdat Avşar’ın hikâyelerine dair derin vukuflu ve geniş kapsamlı sorularınız beni fevkalâde memnun etti. Bu sorular aynı zamanda başarılı akademik formasyonunuzun ve konuya hakimiyetinizin de sağlam delilleridir.

Cevaplarımı bazen sorularınızla ilgili geniş ve bütüncü bir açıdan yazdım. Bilirsiniz ki, ilmî araştırmada bütünü görmeden teferruat veya parçalar hakkında tam bir hüküm verilemez ve değerlendirme yapılamaz. Bu düşünceyle bazı cevaplarımı geniş tuttum.

Doktora tez konusu olarak İmdat Avşar’ın hikâyelerini seçmeniz beni ayrıca memnun etti. Bir üniversite Türk Edebiyatı hocası sıfatıyla söylüyorum ki, İmdat Avşar, hikâyelerinin gerek muhtevası, gerekse o lirik, imajlı, sanatkârane üslûbuyla sadece günümüzün değil, Cumhuriyet dönemi Türk hikâyeciliğinin de büyük sanatkârlarından biridir. O, hangi türünde olursa olsun, edebiyatın her şeyden önce bir dil sanatı olduğunu biliyor ve gerek şahıslarını canlandırmada, gerekse tasvirlerinde Türkçeyi çoktan unuttuğumuz bir sanat dili haline getiriyor. Eminim, tezinizin stilistik tahlillerinde bu hususa da dikkat edeceksiniz. Onun hikâyelerinin "Estetik ve Ebedî" değeri olmasının bir sebebi de budur.

Bana sorularınızla zevkli ve istifadeli saatler yaşattığınız için size bir defa daha gönül teşekkür ediyorum.

Akademik çalışmalarınız daima başarılı olsun, hayatınız ve talihiniz size hep mesut, bahtiyar ve muvaffak etsin muhterem Hanımefendi!

Prof. Dr. Birol Emil

İstanbul 14 Mart 2022

1- Değerli Hocam; size ilk sorum şu olacak. Size göre İmdat Avşar’ı bir edebî cereyana dâhil etmek mümkün mü? Siz onu hangi edebî cereyanın temsilcisi olarak görüyorsunuz?

İmdat Avşar’ı bilinen edebiyat cereyanlarından birine dahil etmek veya onlardan birinin temsilcisi olarak görmek ne dereceye kadar doğrudur? Çünkü edebî cereyanlar, tıpkı siyasî ideolojiler gibi, belli kuralları olan, duygu, düşünce, hayal unsurlarını, edebî eserin bu yapı malzemesini muayyen bir edebî sistem çerçevesine sokan akımlardır. Bununla kastettiğim şudur: Bir edebiyat sanatçısı eserini herhangi bir edebiyat akımına uydurarak yazıyorsa, bu her şeyden önce sanatın mahiyetine aykırıdır. Zira sanat hür bir estetik yaratıştır, mutlak hürriyettir ve sanatkâr dünyanın en hür insanıdır. Onu şu veya bu edebî cereyanın cenderesine sokmak, bir takım kurallara tâbi kılmak sanat ve sanatçı hürriyetini esaret zincirlerine bağlamak demektir.

İkinci bir husus şudur:

Fransız edebiyat profesörü ve tenkitçisi Albert Thibuadet, bütün edebiyat akımlarının gelip geçici moda cereyanlar olduğunu söyler ki, doğrudur. Bütün o akımlar arka arkaya ve birbirine tepki olarak doğmuşlar, bir zaman devam etmişler ve sonra kaybolmuşlardır. "Bir sanatçı bu akımlardan birine göre eser verirse, belki yaşadığı dönemde bir değer ve tesiri hâizdir, fakat her sanatkârın rüyası olan ebedîliğine kavuşamaz. Böylelerinin ancak "tarihî değer"i vardır, "Estetik ve ebedî değeri yoktur. Meğer ki, büyük bir sanatkâr olsunlar. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının büyük şâirlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir mısra’ı, sanatın ve sanatkârın bu ikinci değerini ifade eder:

Ey bir âna sığmış ebediyet rüyası…

Buradaki "an" sanatçının eserini verdiği tarihî dönem veya zaman, "ebediyet rüyası" ise her büyük sanatkârın hayali olan ebedîleşmek arzusu ve iştiyâkıdır. Bu rüyayı gören edebiyat sanatçıları kendilerinde insanlığı, milletlerini ve kendi insanını; insanlıkta, milletlerinde ve kendi insanında kendilerini bulanlardır.

Bu itibarla hiçbir hâlis edebiyat sanatçısı eserlerini şu veya bu edebiyat cereyanına göre ve bu cerayanın temsilcisi olmak için vücuda getirmez. Şunu da unutmayalım: Edebiyat cereyanlarını bütün kural ve sistemleriyle icat edenler ve edebiyatçıları onların temsilcisi olarak görenler bizzat edebiyat sanatçıları değil, edebiyat bilimcileridir.

Bununla beraber İmdat Avşar’ın hikâyeciliğini edebiyat cereyanlarından biri ile izah etmek istiyorsanız, Türkçeye "toplumsal gerçekçilik" diye çevrilen "sosyal realizm"i hatırlayın. Çünkü bu cereyanın dayandığı üç esası İmdat Avşar’ın hikâyelerinde de buluyoruz. Bunlar "gerçeklik duygusu", "müşahhas teferruat zenginliği" ve "canlandırma kudreti"dir. Bu üç esas, Avşar’ın hemen bütün hikâyelerinde edebiyat sanatına has bir teknikle, mükemmellik ve güzellikle mevcuttur. Bu kadar da değil. Bunlara çocukluğundan itibaren şahsî hayat, insan ve çevre tecrübesini, sosyal ve meslekî münasebetlerini, hafıza ve muhayyele gücünü, keskin müşahâde ve canlı tasvir kuvvetini ilâve ediniz ve bütün bunların sanatkârâne bir üslupla ifade edildiğini düşününüz. O hikâyelerin belli bir edebiyat cereyanının temsilcisi değil, edebiyat sanatının "estetik ve ebedî değer"ini hâiz olduğu kendiliğinden anlaşılır.

2- Türkiye’de toplumcu gerçekçi olarak anılan yazarların kasabayı, köyü anlattığı eserlerde, yazarların ideolojik tavrının öne çıktığını görüyoruz. İmdat Avşar’ın hikâyelerinde ise yazarın objektif duruşuna tanık oluyoruz. Hatta "Şehnaz Hanım Koleji" hikâyesinde ideolojilerin insanın ve toplumun gerçeklerinden habersiz olduğunu ironik bir dille yansıtıyor. Avşar’ın kalemini özgünleştiren bu hususiyeti, yazarın edebiyatı siyasete, azat sözü ideolojiye alet etmeme çabası olarak görebilir miyiz?

Elbette görebiliriz. İmdat Avşar hiçbir hikâyesinde sanatını, sanatkâr şahsiyetini, haysiyetini ve hür vicdanını politika ve ideolojiye alet ve kurban etmemiştir. Dünyada politika ve ideolojiye gelmeyen iki varlık ve faaliyet sahası vardır: İlim ve sanat… Yukarıda söyledim: İlimde ve sanatta yaratıcılık mutlak hürriyeti gerektirir ve hürriyet insan haysiyeti ile eşdeğerdir. İlim ve sanat ideolojilerin emrine verildi mi, tıpkı totaliter rejimlerle yönetilen toplumlar gibi, köleleştirilir. Kölelerin efendi olduğu nerede görülmüştür? Halbuki âlimler ve sanatkârlar toplumların, tabir yerindeyse, efendileridir.

Bunları niçin söylüyorum? Yalnız Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatlarında da "Toplumcu gerçekçi" yazarlardan yarına kalanlar, millî ve evrensel edebiyatlara edebî sanat değerini hâiz tek bir eser bırakanlar var mıdır? Yakın tarihte bunun iki ibretli örneği vardır: Nazi Almanyası’nın ve komünist Sovyet döneminin edebiyatçıları, hatta öteki sanatçıları… O dönemin komünist edebiyatçıları ile Çarlık Rusyası’nın Dostoyevskileri, Tolstoyları, Puşkin’leri mukayese edilsin. İkincilerin millî, evrensel ve ebedî olmalarına mukabil, birinciler komünizmin çökmesiyle beraber sanat ve edebiyatın "hufre-i nisyân"ına gömülmüşlerdir. Bu itibarla değişmemek üzere bir defa için teşekkül etmiş, kalıplaşmış, her değişime, yeniliğe ve gelişmeye kapalı, kendisinden olmayan her şeye düşman, doğmatik fikir sistemleri, "imal edilmiş hazır fikir kalıpları-herşeyi önceden izah eden fikir sistemleri" (Prof. Dr. Mehmet Kaplan) olan ideolojilere ve onların edebiyattaki tezâhürlerine İmdat Avşar’ın hiçbir nisbeti yoktur. Türk edebiyatında 1940’lardan sonra tehlikeli bir salgın hastalık gibi yayılan "toplumcu gerçekçilik" cereyanından, o sınıf mücadelesi, işçi-patron, köylü-ağa, ezen-ezilen safsatalarından İmdat Avşar’ın hikâyelerinde tek bir iz göremezsiniz. O, edebiyatta millî ve insanî değerlerin, insanı insan yapan üstün vasıfların ve hasletlerin hâlis ve hakikî hikâyecisi, edebiyatçısıdır. Bunun içindir ki, hikâyeleri Türk edebiyatının ve "estetik ve ebedî değer" taşıyan edebî sanat eserleridir.

İmdat Avşar’ın insanlara, olaylara, hatta tabiata bakış ve hikâyelerine hâkim davranış tarzı, "objektif" değil, sübjektiftir ve sizin de belirttiğiniz gibi, ironi karışık, "kalemini özgürleştiren, edebiyatı siyasete, azat sözü ideolojiye alet etmeme çabası"dır.

Bu sorunuzun cevabımı Tevfik Fikret’in bir kıt’asıyla bitireyim:

Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr-ü-bâl

Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim,

İnhinâ tavk-ı esâretten girandır boynuma;

Fikri hür, irfanı hür, vicdânı hür bir şâirim.

Hakikî sanatkâr budur ve büyük hikâyecimiz İmdat Avşar da budur.

3- İmdat Avşar diğer toplumcu gerçekçilerden ayıran başlıca hususiyetler nelerdir? Onun Anadolu’ya, köy insanına bakışı, konu aldığı hadiseleri yorumlayışı sizce niçin, neden farklılaşıyor? Onunki bir milli hassasiyet midir?

İmdat Avşar’ı diğer toplumcu gerçekçilerden ayıran başka hususiyetlerin neler olduğundan yukarıda kısmen bahsettim. İlâvelerle tekrarlayayım: Bu hususiyetlerin en önemlisi, sizin de belirttiğiniz gibi, sanatını hiçbir politika ve ideolojiye alet ve kurban etmemesidir. Sonra, hikâyelerinin bütün yapı unsurlarını ferdî ve millî bir hassasiyetle kaleme alması, sanatın bir "création esthetique", daima güzelin, güzelliğin ve mükemmelliğin peşinde bir yaratış olduğunu bilmesidir. Nihayet her şeyi, bütün zaaf ve meziyetleriyle, insan etrafında toplamasıdır. Dil ve üslubuna kadar bu böyledir. İmdat Avşar içinden geldiği köyü ve köy hayatını, aile fertlerini, bozkır insanını ve tabiatını, yukarıda söyledim, hem ferdî hem de millî bir hassasiyetle âdeta bir film seyrettirir gibi gözler önünde canlandırıyor. Onda her zaman inanılmaz bir canlandırma kudreti vardır. Değil insanların, duyguların bile çok canlı tasviri bazen realizmin sınırlarını zorlar. Tasvir ve diyaloglara kadar her durum ve her sahne bize hayatın içinden insan manzaraları seyrettirir. Bu derecede bir canlandırma kudreti ve teferruat zenginliği ünlü realist romancı ve hikâyecilerde bile nadir görülür. İmdat Avşar’ın toplumcu gerçekçilerden, hatta bazı toplumsal gerçekçilerden farklılığının -Neden söylemeyelim?- üstünlüğünün bir sebebi de budur.

4- Siz çağdaş Türk edebiyatının önemli araştırmacılarından birisiniz. İmdat Avşar’ı Cumhuriyet döneminin hangi yazarlarıyla kıyaslıyorsunuz? Onu kimlerin devamı olarak görmek mümkün?

Madem ki soruyorsunuz, söyleyeyim: Ben İmdat Avşar’ı, Cumhuriyet dönemi Türk hikâyeciliğinde, hikâyelerinin gerek muhtevası, yapısı ve insan karakterleri, gerekse dil ve üslubu bakımından hiçbir hikâyecimizin takipçisi olarak görmüyorum. Çünkü büyük, orijinal ve yenilik getiren her edebiyat sanatçısı, kendinden öncekilerin devamı veya takipçisi değil, kendisi ekol yaratan, kendi takipçilerine yol açandır. Bu bakımdan İmdat Avşar bir takipçi değil, kendi nev’inde bir yol açıcı, ufuk açıcıdır. Türk edebiyatında 1910’da başlayan Millî Edebiyat’ın ve Türkiye Cumhuriyeti’yle beraber ortaya çıkan Memleket Edebiyatı’nın günümüzde en büyük hikâyecisi İmdat Avşar’dır.

Çok önemli gördüğüm bir husus da şudur:

Son çağ Türkiye’sinin büyük fikir adamı Ziya Gökalp Türk halk kültürünü millî kültürün en zengin hazinesi olarak görüyor ve Türk edebiyatçılarına "Halka Doğru" -kendi ifadesidir- gitmelerini, halk kültürünü araştırmalarını, dilden halk sanatlarına, gelenek ve göreneklerden örf ve adetlerine, yaşayış tarzlarından inançlarına, masallarına kadar Türk halkına ait her şeyi öğrenip modern bir anlayışla onların sanat ve edebiyatını yapmalarını söylüyordu. Bu, Türk edebiyatçılarına Ziya Gökalp’ın yüklediği en önemli misyondur. İşte İmdat Avşar bu misyonun günümüzde en sanatkâr, en millî, en "Halka Doğru" hikâyecisidir.

Takip veya devam değil, fakat Osmanlı Türkçesinde "Tevârüd" denilen bir benzerlik aranacaksa, hemen hatıra gelen isim Cumhuriyet döneminin büyük romancılarından Reşat Nuri Güntekin’dir. Çünkü gerek Avşar’ın, gerek Reşat Nuri’nin eserlerine hâkim olan aslî duygu aynidir: İnsan sıcaklığı… İnsanı insan yapan beşerî duygular: Sevgi, şefkat, merhamet, müsamaha, yardımseverlik… Ve ayrıca, bıyık altından gülen ve güldüren istihza… Her iki edebiyatçımızın insana bakış tarzındaki ortak duygular bunlardır. Cumhuriyet dönemi Türk romanının önde gelen isimlerinden, muharrir ve fikir adamı Peyami Safa’nın Reşat Nuri Güntekin hakkındaki şu hükmünü İmdat Avşar için de rahatlıkla verebiliriz:

"Kurbanının bile hoşuna giden tatlı istihzasında iyimser mizacının, müsamahasının ve merhametinin ahengi vardır."

Ve bu insan sıcaklığını, bu ahengi okuyucuya hissettirmede başka hiçbir hikâyecimiz İmdat Avşar kadar telkin gücüne sahip değildir.

Dahası var:

İmdat Avşar’ın çocuklardan Abdallar’a kadar canlandırdığı insanlar, pek az istisna dışında, mütevazı, gösterişsiz, kendi meselelerine gömülmüş, bozkır kadar sade ve tabiîdirler. Fakat hepsi bizdendir ve bizimdir. Bu "bizden ve bizim oluş", onun hikâyelerinin bir başka özelliğidir. Bu şahıslar mensup oldukları sosyal tabakadan dillerine kadar Türk edebiyat sosyolojisine konu olacak hikâye kahramanlarıdır. İmdat Avşar bu hikâyelerinde fert-aile-sosyal çevre-devir-zaman-mekân, hatta tabiat arasındaki münasebetleri hiçbir sun’îliğe, sahteliğe, mübalâğaya düşmeden dengeli bir şekilde kurmuştur. Reşat Nuri Güntekin’in roman ve hikâyelerinde olduğu gibi, onun şahısları da hayatın içinden, tabiî bir şekilde, kendiliklerinden doğarlar. Hiçbir zorlama yoktur. Onlar yaşamışlardır veya bir gün yaşayacaklardır hissine kapılırız.

Bu söylediklerimden, tekrar ediyorum, İmdat Avşar’ın Reşat Nuri Güntekin’in taklitçisi veya takipçisi olduğu anlaşılmasın. Sadece aradaki "tevârüd"ü göstermek istedim ve hemen söyleyeyim ki, Reşat Nuri Güntekin nasıl Cumhuriyet dönemi Türk romanının bir zenginliği ise İmdat Avşar da aynı dönem Türk hikâyeciliğinin bütün bir zengin tarafıdır.

5. İmdat Avşar ele aldığı konular, hikâyelerinde inşa ettiği kahramanlar bakımından sanki günümüz hikâyecilerinden, kendi çağdaşlarından ayrı bir yolda ilerliyor. Onu günümüz hikâyecilerinden ayıran hususiyetler, onu farklı kılan özellikler neler?

Sanıyorum, bu sorunuza ilk sorunuzdan itibaren cevap vermeye çalıştım. Onu günümüz hikâyecilerinden asıl farklı kılan dil ve üslûbundan 6. sorunuza cevabımda bahsedeceğim.

6. İmdat Avşar’ın hikâyelerini okurken çoğu kez şiirsel bir dil çıkıyor karşımıza. İmdat Avşar’ın dil ve üslubu hakkında görüşleriniz nelerdir?

Millet hayatında olduğu gibi edebiyat sanatında da her şey dildedir ve dil herşeydir. Bir milleti ayakta tutan bütün kültür değerleri, sahip olunan ve yaşanan her şey nasıl dilde ifadesini buluyorsa ve sonra bunlar edebiyatta yaşıyor ve yaşatılıyorsa, edebî sanat eserleri de konularıyla değil, konuların işleniş tarzıyla, yani dil ve üslupla bir değer ve sanat olma vasfı kazanır. Edebiyatta konu (yahut tema) önemli değildir. Hatta Fransızca bir dergide okuduğuma göre, edebiyatın ortaya çıkışından 20. yüzyılın ortalarına kadar dünya edebiyatlarında 7 ana konu işlenmiş. Halbuki yüzbinlerce edebiyatçı ve milyonlarca eser vardır. O halde?.. Demek ki mesele konuda veya muhtevada veya temada değil, işleyiş ve ifade ediş tarzındadır, yani üsluptadır.

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında pek çok hikâyecimiz vardır. Her birinin ayrı bir değeri olmakla beraber "şiirsel bir dil"e, sanatkârane bir üsluba sahip olanlar pek azdır. Burada tek tek isim saymayacağım. Fakat bilhassa "Toplumcu gerçekçiler"in hikâyelerinde Türkçe günlük konuşma dilinden, yahut gazete üslubundan farksızdır. Böyle basit, sade bir dille edebî sanat eseri yazılabilir mi?

İmdat Avşar ise Fransızcada "style artistique" denilen sanatkârane üslubun Türk hikâyeciliğinde yepyeni bir örneğini vermiştir. Bu "tasvir" ve "tavsif" üslûbu özellikle tabiat tasvirlerinde, şahısların içinde bulundukları "durum" ve onların hareketlerinin anlatımında açıkça görülür. Kırlardan çiçeklere, mevsimlerden saatlere, ağaçlardan bulutlara, rüzgârlardan yağmurlara, karlı dağ başlarından yaylalara bütün bozkır tabiatı, hatta güneşleri, ayları, yıldızları ile bütün kozmik âlem yer yer terkipli ifadelerle, periyodik cümlelerle, hatta imajlı bir üslupla anlatılmıştır. Edebiyatta "şiirsel" yahut şairâne üslup budur. İmdat Avşar’ın hikâyeleri üzerinde yapılacak geniş bir stilistik tahlil bu vakayı açıkça ortaya koyacaktır.

Bu konunun bir başka yönü şudur:

Avrupa edebiyat estetiğinde edebî eserlerde üç "motif kategorisi"nden bahsedilir: "Duygu ve düşünce motifi", "karakter motifi", "aksiyon motifi"… Çok şaşırtıcıdır ki, Avşar’ın hikâyelerinde ayni motiflerin mevcut olduğunu, bazen birinin, bazen ötekinin "motif dominant-hakim motif" olarak yer aldığını görüyoruz. Gerçi bu motifler hikâyelerin muhtevasına aittir. Ancak İmdat Avşar bu motiflerin hepsini nâdir rastlanan "şiirsel" bir dil ve üslupla ifade etmiştir. Onun Türkçeye bu titiz ve itinalı dikkati, kendisini Türk hikâyeciliğinde müstesnâ, mutenâ, hatta zor erişilebilecek bir mevki’e yükseltmiştir.

7- Yerel olmadan evrensel olunmaz diye kalıplaşmış bir ifade var. İmdat Avşar eserlerinde yerelden hareket ediyor. Sıradan insanları ele alıyor, yer yer mahalli söz varlıklarını güçlü şekilde yazıya geçiriyor. Onun hikâyelerinde literatürde olmayan yüzlerce deyim ve atasözleri olduğunu, hikâyelerinin bir folklor ırmağı gibi aktığını ifade eden görüşler var. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu sorunuzda "yerel" kelimesini herhalde "millî" mânâsında kullandınız. Dediğiniz doğrudur. Büyük bir sanatkâr önce millîdir, sonra evrenseldir. Dünya edebiyatlarına bakalım: Goethe önce Alman’dır, sonra evrenseldir. Shakespeare önce İngiliz’dir, sonra evrenseldir. Dostoyevski, Tolstoy önce Rus’turlar, sonra evrenseldirler. Bizim klasik Divan şiirimiz de böyledir, Mevlânâ ve Yunus Emre de böyledirler. Yalnız edebiyatta "millî" ile "evrensel" kavramlarından neyi kastettiğimizi iyi belirlememiz lâzımdır. "Millî", mensup olduğu milletin karakter vasıflarını, tarihinden gelen kültür değerlerini, dünkü veya bugünkü meselelerini ele alan; insanıyla, tarihiyle, coğrafyasıyla, tabiatıyla, örf ve adetleriyle, ortak veya mahallî diliyle kendi milletini anlatan edebiyatçıya diyoruz. "Evrensel" kavramı ise biraz müphemdir. Bu kavram eserleri yabancı dillere çevrilmiş, dünyaca tanınan mı demektir, yoksa millî olduğu kadar insanın ve insanlığın derin beşeri duygu, düşünce ve davranışlarını anlatan edebiyatçılara mı evrensel diyeceğiz? Bana bu ikincisi daha doğru görünüyor. Yukarıda bir vesileyle "kendinde insanlığı, insanlıktan kendini bulan" demiştim. Ben evrensel olmayı böyle anlıyorum. Bu zâviyelerden bakılınca, İmdat Avşar’ı önce "millî ve mahallî" bir hikâyeci olarak görmek, sonra da şahıslarına yüklediği ve esasen onlarda var olan-insanı insan yapan hususiyetleri anlatmasıyla da "evrensel bir hikâyecimiz" olarak değerlendirmek bana hiç de mübalâğa gibi görünmüyor.

İmdat Avşar’ı "millî" ve "mahallî" yapan özelliklerden biri de bazı hikâye kahramanlarını kendisinin doğduğu, büyüdüğü, ilk insan ve hayat tecrübesini kazandığı Bozkır "iklim"inin dili veya ağız hususiyetleriyle konuşturmasıdır. Esasen hikâyelerinin dil ve muhtevâ zenginliği biraz da bu "iklim"den gelir. Onun hikâyelerinde ortak Türkçeye mal olmamış "yerel" ve "yöresel" kelimeler, deyimler, atasözleri adeta hususî bir lügat teşkil eder. Edebî dilin yer yer nasıl mahallîleşeceğini bilmek isteyenler, İmdat Avşar’ın hikâyelerini okumalıdırlar. Bu mahallî dil (yerel ve yöresel dil) aynı zamanda Türkiye Türkçesi lexikolojisinin, sözlük-bilim diye çevirdiğimiz bu sahanın ve diyalektolojinin (ağız araştırmaları) zengin bir kaynağıdır. Üstelik İmdat Avşar bu mahallî dili ve ağızı sağdan soldan derleyerek değil, çocukluğundan itibaren bizzat konuşarak, dinleyerek, anlamları üzerinde düşünerek ve sonunda edebî dile ve üsluba revnak verecek şekilde kullanarak hikâyelerine mal etmiştir.

Keza İmdat Avşar bu "yöresel" dili, bazı toplumcu gerçekçilerde gördüğümüz gibi, dıştan yamama şeklinde değil, çok tabii bir şekilde, kendiliğinden, hiçbiri zorlama göstermeden hikâye sanatına yedirmiş, olayların akışında ve şahısların konuşmalarında hiç yadırgatmadan kullanmıştır. Hikâyelerin orijinal bir tarafı da budur. Ve hele bazı şahısların çok tatlı bir Azerî Türkçesiyle konuşmaları İmdat Avşar’ın bize tattırdığı bir dil lezzetidir.

8- İmdat Avşar’ın sadece kulağa, kulak yoluyla zihne seslenen değil, aynı zamanda göze hitap eden "gösteren bir dil" kullandığını söyleyen eleştirmenler var. Gerçekten de onun hikâyeleri çok canlı hayat sahneleriyle dolu. Bu durum onun dili kullanmadaki ustalığı mıdır? Onun bu gücünün kaynağı nedir sizce? Bu konuda neler söylersiniz?

İmdat Avşar’ın dili ve üslubu hakkındaki düşüncelerimden daha önce bahsettim. "gösteren bir dil" ifadesi bana göre biraz müphem kalıyor. Çünkü hikâyelerinin "çok canlı hayat sahneleriyle dolu" olması, onun doğrudan "canlandırma kudreti"ne bağlıdır. Bu ise dilden önce ondaki keskin müşâhede melekesinden ve dış dünyaya olan azamî dikkatinden gelir. Ondaki yaratma ameliyesi iki safhalıdır. Birinci safha, onun "bakan" değil "gören" bir insan olması, gördüklerini, duyduklarını, tıpkı büyük Fransız romancısı Balzac gibi, zihninde adeta depolamasıdır. (Balzac’ın kendisi için kullandığı söz). Bu dil-öncesi safha hikâyesindeki motifin doğduğu ve zihninde olgunlaştığı safhadır. İkinci safha ise eser safhasıdır. Avşar bütün o depoladıklarına dil, üslup ve kompozisyon vasıtasıyla bir şekil verir. Tabiat canlanır, hikâye şahısları çeşitli hüviyetlere bürünerek hayattan hikâyeye geçer, hareket eder, konuşur, belli olaylar ve durumlar içinde muayyen davranışlar gösterirler. Nihayet bütün bunlar bir kompozisyon bütünlüğü içinde bir araya gelerek hikâye oluşur. Bu ikinci safhaya "Dil ve üslup kompozisyon nihayet eser" safhası diyelim. Üslup burada kendini gösterir. İmdat Avşar bu ikinci safhada öyle bir dil ve üslup kullanıyor ki, bahsettiği her şey, manzaralar, insanlar, konuşmalar, olaylar sanki hayatın içinde ve gözümüzün önünde cereyan ediyor. Bu ustalık ancak büyük edebiyat sanatçılarına mahsus bir yaratma canlandırma ve ifade etme melekesidir ki, biz bunu İmdat Avşar’ın hikâyelerinde bütün güzelliği ve mükemmelliği ile görüyoruz. Edebiyatın herşeyden önce bir dil sanatı olduğunu bilen İmdat Avşar, Türkçeyi sanatkârâne bir üsluba dökerek okuyucunun kalbine giden yolu keşfediyor, onda derin duygular ve hassasiyetler uyandırıyor. Bu durum onun hikâyelerindeki lirizmi de izah eder. Bilhassa tabiat tasvirlerinde gösterdiği ustalık, bu lirizm, Andre Maurois’in lirizm tarifine ne kadar da uygundur: "Lirizm insanla tabiatın birleşmesidir."

9- İmdat Avşar, hikâyelerinin birçoğunda modern toplumun ve modern hayat tarzının yok ettiği değerlere vurgu yapıyor. Onu modernizm karşıtı bir edebiyatçı olarak görmek mi gerekiyor? Yoksa o kaybolan değerleri, millî ve insanî açıdan bakarak edebiyata mı taşıyor? Onun hikâyeleri bozkırın kaybolan değerlerine bir ağıt mı?

Başka hiçbir şey İmdat Avşar’ı "modernizme karşı bir edebiyatçı olarak görmek" kadar bâtıl bir iddia olamaz. Sizin de söylediğiniz gibi "O, kaybolan değerleri millî ve insanî açıdan bakarak edebiyata taşıyor." Yalnız bu meselede bir soru kendiliğinden hatıra geliyor. İmdat Avşar’ın hikâyelerinde bahsettiği değerler hakikaten kaybolmuş mudur? Bozkır hayatında insanların yaşayış tarzı, muaşeret, gelenekler, örf ve adetler, daha önce bahsettiğim insanî değerler, Türk insanının karakterini yapan bütün o üstün hasletler Türkiye’de çoktan mazi olmuş bir devre mi aittir? Buna benim cevabım "Hayır!"dır. Çünkü İmdat Avşar şahsî gözlemlerini, hayat ve meslek tecrübelerini, bizzat yaşadığı çevreleri, köyünü, kasabasını, şehrini, Bozkır insanlarını birer vâkıa olarak hikâye etmektedir. Bunların hiçbiri icat edilmiş, muhayyele eseri değildir. Bu bakımdan onu modernizm, başka bir ifadeyle, çağdaşlık karşıtı olarak görmek, onun hem şahsına, hem de sanat anlayışına cehaletin, dar kafalılığın, iz’ansızlığın bir tecavüzüdür.

Kaldı ki "modernizm" kavramı, eski’yi ret ve inkâr ederek durmadan yenilikler peşinde koşmak değil, "ayıklanmış eski"ye yenileri ilave etmek, onu devam ettirmek, bugüne ve geleceğe taşımaktır. Avrupa’nın sanatta, kültür ve medeniyette anlayışı budur. Fakat neden Avrupa’ya kadar gidelim? Cumhuriyet dönemi Türk fikir ve edebiyatının üç büyük şahsiyeti vardır ki, onlar bize hakikî sanat ve kültürün ne olduğunu, hangi değerlere dayanması gerektiğini, geçmiş ile bugün ve gelecek arasında nasıl bir köprü kurulması lâzım geldiğini en doğru şekilde göstermişlerdir. Büyük Türk şâiri Yahya Kemal Beyatlı kendisinin hep mazide kaldığını söyleyen Ziya Gökalp’e tek bir mısra ile cevap verir:

Kökü mâzîde olan âtîyim.

200 yıllık modern Türk edebiyatının en kültürlü şahsiyeti ve en büyük üslupçusu olan şâir, romancı, hikâyeci, ilim ve fikir adamı olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanat, kültür ve medeniyet değişmeleri hakkında şu vecize gibi fikri vardır:

"Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek."

Aynı Tanpınar, sanattaki modernizmden bahsederken şu fikri söyler:

"Yenilik getiren her sanatkârda Eski’ye bakan bir taraf vardır. Maziyi inkâr ettiğimiz an sanat kendiliğinden durur."

Nihayet beni yetiştiren aziz Hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın Türk dili, Türk edebiyatı, Türk tarihî, Türk kültürü ve Türk milleti arasındaki kopmaz bağları ebedî bir fikir gibi ifade eden ve üzerinde ciltler yazılacak şu fikri:

"Türk edebiyatı, Türk milletinin kültür değerlerini Türk dili ile ifade eden bir sanattır."

Bu itibarla İmdat Avşar "Kaybolan değerleri" günümüz edebiyatına taşıyan değil, Anadolu insanımızın, Bozkır kültürümüzün hâlâ yaşattığı değerleri, bizi biz yapan o millî ve insanî kıymetleri devam ettirmek, onları millî birlik ve beraberliğimizin vazgeçilmez unsurları olarak yaşatmak isteyen millî hikâyecimizdir.

10. Türk dünyasının kanayan yaraları olan Doğu Türkistan, Kırım, Karabağ, İmdat Avşar’ın kaleminde özgün bir şekilde ifadesini bulmuştur. Azatlığını, yüce Türk ruhunu teslim etmeyen, Çin esaretine teslim olmayan İsmail Samed’e ithaf ettiği "Topla Al Bayrakları Altaylardan Menekşe" şiiri ile Doğu Türkistan’a ağıt söyleyen, "Yurdunu Kaybeden Adam" şiiriyle sadece Cengiz Dağcı’nın değil, bütün Kırım’ın hasretini dile getiren, "Karabağ Kaçkınları", "Hocalıda Kalan Tar" hikâyeleri ile Karabağ’ın gönlündeki yaralara sözüyle merhem süren yazarın içindeki Türkçü ruhun hâkim olduğu bu eserlerin bir bedii özelliği dikkatimizi çekmektedir. İmdat Avşar hamasete kapılmadan, sloganlara kapılmadan, en hassas ideoloji mevzuları sözün verdiği imkânlar dâhilinde okuyucusuna bedii bir şekilde takdim edebiliyor. Ama itiraf edelim ki, günümüzde bedii edebiyat adıyla siyasi kroniklere benzer karşımıza çıkan onlarca eser var. Onun hikâyelerinde bir Ömer Seyfettin etkisi de seziliyor. Onun Türk Dünyasına olan hassasiyetini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Siz İmdat Avşar’ın Türk Dünyası’na olan derin alâka ve hassasiyetini zaten hepimizin hislerine tercüman olacak şekilde değerlendirmişsiniz. Düşüncelerinize aynen katılıyorum. Belki bazı ilâveler yapabilirim:

Yukarıda bir vesile ile söylemiştim. İdeoloji sanata girdi mi sanat oradan kaçar. Bu, velev ki ideoloji kalıbına sokulmuş Türkçülük, hatta milliyetçilik olsun. Milliyetçilik her devre göre yeniden ele alınması, geliştirilmesi ve yeni şartlara göre yorumlanması gereken bir fikir ve his cereyanıdır. Bunun içindir ki, sizin ifadenizle "siyasî kroniklere benzer eserler"in vasfı alelâdeliktir, basmakalıplıktır, boş bir hamâset ve slogan edebiyatıdır.

Türk dünyasının neresinde kanayan bir yara, bir ıstırap, bir facia varsa hepimizin, bütün Türklüğün bağrı yanar ve yanmalıdır. Nitekim Karabağ, Hocalı felâketleri ve Doğu Türkistan’da hâlâ devam eden insanlık dışı, gaddar mezâlim Türkiye’de kendini Türk bilen her vatandaşımızın yüreğini paralamış, kanını dondurmuştur. Bunun için değil midir ki, Azerî kardeşlerimizin, devletinin ve ordusunun katil Ermenistan’a karşı son aylarda kazandığı zafer, yıllardır işgal altında inleyen Azerî vatan topraklarının kurtarılması Türkiye’de de büyük sevinçlerle karşılanmış ve Azerî soydaşlarımızın zafer gözyaşları bizim de gözlerimizden aklamıştır.

İmdat Avşar’ın bahsettiğiniz şiir ve hikâyelerini birkaç defa içim ürpererek okudum. Gözyaşlarımı zor tuttum. İmdat Avşar’ın duygularının ve üslubunun sarsıcı tesirleri dışında, ben bu eserlerde ideolojik mânâda bir Türkçülükten ziyade Türklük ruhunu ve şuurunu hissettim.

Türkçülüğü aramak, Türk kültürünü Türk’ün en eski köklerine kadar giderek araştırmak şeklinde başlayan Türkçülük, o dönemlerde, hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından elbette ki lüzumlu bir cereyandı. Gerçi zaman zaman bu cereyanı aşırıya götürenler, hatta ırkçılık şeklinde anlayanlar olmuştur. Fakat tarih bize gösteriyor ki, Türkler uzun tarihleri boyunca hiçbir vakit ırkçı olmamışlardır.

Bugün bu cereyanın Türklük şuuru demek olan Türk milliyetçiliğidir ve milliyetçilik, az önce de söylediğim gibi, katı bir doktrin, millî bir ideoloji değildir. Bu itibarla İmdat Avşar’ı mutlaka bir fikir cereyanına dahil etmek gerekirse, o edebî Türk milliyetçiliğinin, hatta istenirse, "Anadoluculuk"un mümtaz bir temsilcisidir. Türk milletinin bütün sosyal ve kültürel değerlerine inanmış, bu değerleri hayatında ve hikâyelerinde şahsî bir tecrübe, bir macera gibi yaşamış ve bize de yaşatmış, o kadar zamandır özlediğimiz bir şair, bir hikâyeci ve Türk halkının içinden çıkıp ondan aldıklarını, eserleriyle yine ona veren milliyetçi bir Türk aydınıdır.

11. "Eylül Yangını", "Dolu Vurgunu", "Kafa Kâğıdı", "Devlet Sopası" gibi hikâyelerinde İmdat Avşar devlet ile vatandaş, toplum ile birey arasında ilişkileri sorgulamakta. "Devlet Sopası" hikâyesinde 1930-1940’ıncı yıllar Türkiye’sinde ezanın Türkçe okunması mecburiyetinin bir Anadolu köyüne yansımasına acı acı gülerken, "Eylül Yangını"nda askeri darbe ve baskı yıllarında kitaplarını yakan bir milletin faciasıyla karşılaşıyoruz. Kitaba el basarak ant içen bir milletin kitaplarını yakma zorunda kalışı tarifsiz bir acıdır. Siz yaşınız itibarıyla bütün bu olaylara tanık olmuş bir akademisyensiniz. İmdat Avşar, bu hikâyelerin yaşandığı o döneme, tarihin o unutulmaz sayfalarına nasıl bir ışık tutuyor? Bu hikâyelerin edebî değerinden başka sosyolojik bir değeri de var mıdır?

Diktatörlükler hariç, her demokratik ülkede, her devlet ve onun başında bulunan her siyasî iktidar daima sorgulanır, Demokrasilerde muhalefet partilerinin başka bir "hikmet-i vücud"u var mıdır? Ayrıca şunun için ki, devlet "bâkî", siyasî iktidarlar "fânî"dir. Türkler 7000 yıllık tarihleri boyunca hiçbir zaman devletsiz yaşamamışlardır. Türk tarihinde, Osmanlıca bir terkiple söyleyeceğim, "fâsıla-yı saltanat" yani devlet boşluğu yoktur. Ve Türkler devleti en yüksek kudret, paylaşılamaz, tartışılamaz bir otorite kabul etmişlerdir. Onun için biz Türklerde devletin varlığı, sürekliliği ve vazgeçilmezliği adeta kutsal bir millî değerdir, bir varoluş şartıdır. Şu atasözünün Türkçeden başka bir dilde bulunmamasının sebebi de budur: "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe". Çünkü biz Türkler için devlet gitti mi, millet yabancıların kuzgunlar gibi başına üşüştüğü bir leş yığını ve vatan bir "harabezâr" haline gelir. Orhun Kitabeleri’nden Atatürk’ün "Nutuk"una kadar Türk siyasî edebiyatında bunun pek çok örneği ve ifadesi vardır. Keza yine Atatürk’ün Türk İstiklâl Savaşı’na başlarken haykırdığı "Ya istiklâl, ya ölüm" parolası bütün Türk tarihinin hülâsasıdır.

Bunları neden söylüyorum? Hatta İmdat Avşar’ın o hikâyeleri ile bağlantı kurmak üzere şunları da ekleyeceğim:

Devlet anlayışı bu olan Türk milletinin devletine karşı mutlak bir itimadı ve itaati vardır. Milletimiz, hele köylümüz bazen haksızlığa uğradığına inansa bile bunu "Devletin elbette bir bildiği vardır." diyerek sineye çeker. Fakat bu hiçbir zaman efendi-köle münasebeti değildir. Bildiğiniz gibi, Türk milleti tarihinin hiçbir döneminde ne kendi devletinin, ne de yabancı devletlerin kölesi olmamıştır. Avşar’ın bahsettiğiniz hikâyelerinde de aynı devlet anlayışı vardır.

Türkiye’de Ezan’ın Türkçe okunması meselesinde de gördüğümüz budur. Hikâyenin ironik tonu da bunu göstermiyor mu? Esasen bu mesele Türkiye’de epey tartışılmış, nihayet 1950’den itibaren ezan yeniden Arapça okunmaya başlanmıştır. Sonra unutmayalım: Yeni bir devlet bütün kurumlarıyla, her şeyiyle yenidir. Ezan Türkçeleştirilirken, Türk halkının bin yıldır günde beş vakit dinlediği ezanın manası bilinsin istenmiştir. Dinini kendi dilinde bilmek, Kur’an-ı Kerim’i anlayarak iman ve ibadet etmek düşüncesiyledir ki, Cumhuriyet’in daha başında Atatürk’ün emriyle Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercüme ve tefsiri yapılmış, din işlerini idare etmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, İmam Hatip okulları ve İlahiyat Fakültesi açılmıştır. Bütün bunlarda şu maksat da vardı: Türk milletini, fonksiyonunu çoktan kaybetmiş medresenin taassubundan ve -hilafet kaldırıldığına göre- şeriat zihniyetinden kurtarmak. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde bu taassubun ve bu zihniyetin asla yeri olamazdı. Ayrıca unutmayalım: Devirlerin ve nesillerin halledeceği meseleleri, bir kişi, bir kadro ve bir nesil halledemez. Bazı politika demogoglarının bugün bile siyasete taşıdıkları bazı meseleler çoktan geçmişte kalmıştır. Türkçe ezan meselesi de bunlardandır.

12 Eylül de böyledir. 1970’lerden itibaren Türkiye’yi sarsan, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına göz diken sağ ve sol anarşiyi siyasî iktidarlar önleyemeyince, Türk milletinin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetleri 12 Eylül 1980’de müdahale etmek zorunda kalmıştı. Bilir misiniz ki, bu anarşi yıllarında büyük çoğunluğu gençler olan insan kaybımız İstiklâl Savaşı’nın en kanlı muharebesi olan Sakarya Meydan Muharebesi’nde verdiğimiz şehitlerin sayısından fazlaydı. Kaybettiklerimiz arasında bir eski Başbakan, üniversite profesörleri ve masum halkımızdan vatandaşlarımız da vardı. Bu anarşinin arkasında Sovyetler Birliği’nin Çarlık Rusyası’ndan miras kalan emperyalizmi, Hristiyan Avrupa’nın bin yıldır bitmeyen ve mahşere kadar devam edecek olan kini ve emperyalist Amerika’nın siyasî emelleri mevcuttu. Durmadan değişen siyasî iktidarlar bunları önleyemeyince Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihten mi silinecekti? Şunu unutmayalım: Milletlerin buhran dönemlerinde hükümetlerin yapamadığını devlet yapar. 12 Eylül 1980’de Türkiye’de vâki olan budur.

Zikrettiğiniz hikâyelere gelince, bunların o dönemin ilhamıyla yazıldığı muhakkaktır. "Dolu Vurgunu" o zamanın tablosunu gerçek çizgileriyle resmetmiştir. "Eylül Yangını" ise şehirlerde bile olmamış kitap yakma, uzak bir Anadolu köyünde halkımızın yaygın bir dedikoduya inanıp devlet korkusuyla kalkıştığı yanlış bir işten başka bir şey değildir. "Kafa kâğıdı" devletin değil, bazı gayretkeş devlet görevlilerinin çıkardıkları abes bir bürokratik engelin hikâyesidir. Çinlilerin bir sözü vardır: "Devlet dairesinin kapısından giren bir dilekçe arka kapıdan bir araba yükü evrakla çıkar." Ne kadar doğru!.. İmdat Avşar bu hikâyesinde bize bunun bir örneğini veriyor. Sonra unutmayalım: İmdat Avşar bir sanatçı haysiyetiyle bu hikâyelerdeki olaylara istediği gibi tasarruf etmiştir. Bizi hem eğlendirmiş, hem de hüzünlendirmiştir. Bir edebî eserin okuyucuda bu tesiri uyandırması bir başarı ve değerdir. İmdat Avşar, öteki bazı hikâyelerinde olduğu gibi bu hikâyelerde de fert-devlet münasebetlerini o yılların Türk toplumunu inceleyecek olan sosyologlara ve sosyal psikologlara malzeme verecek bir maharetle ortaya koymuştur. Dahası, bu hikâyeler edebiyat sosyolojisi açısından da dikkatle incelenmeye değer.

12. İmdat Avşar hikâyelerinde kurduğu diyaloglarda da, monologlarda da kahramanların ruhuna sirayet ederek film gibi görüntülü metinler yaratan bir sanatçı. "Kayıp Bahar Nergisi"nde bir nergis çiçeğinin güneşe (azatlığa!) duyduğu özlemi, "Hocalıda Kalan Tar" hikâyesinde tarın nağmelerinde dillenen vatan ağrılarını söze çeviren, "Ölümün En Güzeli" hikâyesinde söğüt kütüğünü konuşturabilen, varlık ve nesnelerin diline nüfuz ederek bir akasyanın, deli deli esen bir rüzgârın, menzile giden bir nehrin diliyle konuşabilen yazarın yarattığı monologlardaki, diyaloglardaki anlatıcılık maharetini (kabiliyetini) siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öyle bir canlandırma kudretiyle cansız varlıklara, bilhassa tabiat varlıklarına ruh vermek, onlarla kendi ruhu arasında içten bir münasebet kurmak, kendi duygu, düşünce ve ruh hallerini onlara yansıtmak, onları insan gibi konuşturmak, insan halleriyle hallendirmek ancak edebiyat psikolojisi ile izah edilebilir. Bu psikolojideki üç terim "projeksiyon", "personifikasyon", "idantifikasyon" (Fransızcadaki telaffuzları kullanıyorum) İmdat Avşar’ın söz konusu hikâyelerinin ve tasvirlerinin çözüm anahtarları olabilir. İmdat Avşar cansız tabiat varlıklarına kendini yansıtıyor (projeksiyon), onlara insan hüviyeti, beşeri ruh halleri izafe ediyor (personifikasyon), kendisini onlarla ve onları kendisiyle aynileştiriyor (idantifikasyon). Bu, tabiatta ve kâinatta bir ruh görmek, objeyi süje yapmak, eskiler’in ifadesiyle, cansız tabiat varlıklarıyla "hem-hal" ve "hem-dert" olmak demektir. Ebedî Yunus Emre’miz bunu "bile olmak" diye ifade eder. Sadece bu kadar da değil. Aynı ruh hallerini, aynı hassasiyeti okuyucuda da uyandırmak, okuyucuda da sevgi, şefkat, merhamet gibi insanî duyguları ta derinden ve kalpten yaşatmak ve bütün bunlara uygun canlandırıcı ve son derecede etkileyici lirik bir üslup kullanmak… İmdat Avşar bu sanatkârdır.

Hanımefendi, 84 yaşındayım ve 62 yıllık hocayım. Tereddütsüz ve mübalağasız söyleyeceğim ki, ben, Türk hikâyeciliğinde bütün bunları aynı sanatkâr kudretiyle ve en estetik biçimde ifade eden ve okuyucuyu içinden kavrayıp sürükleyen bir ikinci hikâyecimizi tanımadım.

12. sorunuz bana bütün bunları düşündürdü.

13. "Söylenmemiş Sözler", "Şehnaz Hanım Koleji", "Soğuk Rüya", Muhterem", "Hükümet İmzası", Hamdi Kirve", "Şeyhin Çavuşu", "Abdal Kocası", "Türbenin Delisi", "Ağaçtan Atlar", "Ölümün En Güzeli", "Turna Çerağı" hikâyelerinde İmdat Avşar yarattığı öğretmen karakterleriyle karşılaşıyoruz. Avşar’ın "Soğuk rüya" hikâyesindeki Nazan hanım ve "Muhterem" hikâyesindeki Nusret hoca dışında yarattığı öğretmen karakterleri ile cemiyete mükemmel bir insan örneğini takdim ediyor. Hatta bu hikâyelerin arka planında milli eğitim meselelerini de dile getiriyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bir aydın sorumluluğu mu?

Bu sorunuza, ayni ana fikri ihtiva ettiği için 14. sorunuzla birlikte cevap veriyorum.

Eğitim ve öğretim herşeyden önce öğretmen ve öğretmenlik meselesidir. İyi yetişmiş, mesleğinin görev ve sorumluluğunu idrak eden, milleti ve devleti için ön safta mücadele eden bir kahraman gibi millî bir misyon yüklenmiş, yeni nesillerin kendi eseri olacağını bilen, bu şuurla öğretmenliği hayatının mânâsı ve gayesi yapan, önce ve herşeyden önce "insan" olan, öğrencileri sevgiyle, şefkatle, müsamahayla, merhametle, anlayışla, yardımseverlikle kucaklayan, sınıf içinde ve sınıf dışında, çevresinde ve sosyal münasebetlerinde bir "nümûne-i imtisal", örnek alınacak bir karakter ve insan tipi olan öğretmen… İlkokuldan üniversite son sınıfa kadar eğitimin her kademesinde kendisine emanet edilmiş vatan çocuklarını kitap bilgisi kadar insanî ve millî duygularla yetiştiren, sahasının bilgilerini en iyi şekilde kazandıran, öğrencilerini iyi insan-iyi vatandaş olarak yetiştiren, onları kendi evlatları gibi gören ve bağrına basan öğretmen…

Benim anladığım öğretmen karakteri budur.

İmdat Avşar’ın hikâyelerinde çeşitli öğretmen karakterleri var. İnsan öğretmen var, insanlıktan çıkmış öğretmen var. Nazan Hanım ve Nusret Hoca bu güzel, bu asîl, bu mesut edici mesleğin yüzkarasıdırlar, hatta sınıf denen o dünya cennetine tesadüfen düşmüş iblislerdir. Küçük yaştaki öğrencilerine zalimce davranan bir Nazan Hanım, daha beşikteyken ana babalarının ninnileriyle, türküleriyle kulağı dolmuş öğrencilerine, elinde despot sopası, solfej öğretmeye kalkan bir Nusret Hoca bu aziz mesleğin utanç ve nefret verici mahluklarıdır. Buna karşılık İmdat Avşar’ın, başta kendisi olmak üzere, öteki öğretmen karakterleri öğretmenliğin yüzakıdırlar, öğrencileri için örnek insanlardır, öğrencilerinde daima sevgi ve saygı uyandırırlar. Böylece ve sizin ifadenizle, İmdat Avşar "Nazan Hanım ve Nusret Hoca dışında yarattığı öğretmen karakterleri ile cemiyete mükemmel bir insan örneği takdim ediyor" ve bence de bu öğretmen karakterleri vasıtasıyla bugünkü topluma ve ilâve edeceğim, öğretmen camiasına bir mesaj ve en doğru mesajı veriyor. Maddî ve manevi kalkınmanın temeli olan eğitimle ilgili bundan ala bir mesaj olabilir mi? İmdat Avşar bu mesajı verirken sadece bir öğretmen değil, aynı zamanda bir insan-öğretmen, aydın-öğretmen sıfatıyla örnek alınacak bir öğretmen karakterine sahip olduğunu gösteriyor. İblis öğretmenler ile öğretmen İmdat Avşar ve hikâyelerinde kendi karakterinin "projeksiyonu" olan öteki öğretmenler arasındaki derin tezat onun bize verdiği en esaslı ve ibretli derstir.

Bir başka büyük romancımız Halide Edip Adıvar, çocuklar için "Tazelenen baharlar" diyordu. Ailede ve okulda bu taze baharları daha da yeşertmek, güzelleştirmek dururken onları soldurmaya kimin ne hakkı vardır?

14- Hocam, siz de ömrünüzü bu mesleğe adamış bilge bir öğretmensiniz. Sizce bu öğretmen karakterleri vasıtasıyla İmdat Avşar bugünkü topluma mesaj verebiliyor mu?

15. İmdat Avşar mizah yazarı olmasa da eserlerinde sık sık satirik detaylar görmekteyiz. Mizahı vasıta olarak kullanan yazarın dilindeki sarkazm, güldüren mizahtan daha çok, adamın iliklerine kadar işleyen ve düşündüren mizahtır. Hikâyelerinde rastladığımız mizahın alt katında içten içe yanan köz gibi bir hüzün yürüyor ki, bu da bence yazarın vicdanının sesidir. Onun mizahî yönü hakkında neler söylersiniz?

Bu sorunuzun cevabını, siz zaten veriyorsunuz. Avşar’ın bazı hikâyelerindeki "sarkazm", o acı, dokunaklı istihzâ gülerken düşündüren, duygulandıran cinstendir. Türkçede şairi meçhul bir mısra vardır:

Güleriz ağlanacak halimize

Abdülhalk Hamit "Kederimin artması için sevinmek isterim." der. Nihayet filozof Nietzsche’nin şu fikri: "Neş’eyi büyük muztaripler yarattı."

Durmadan güldüren, neşelendiren bir yazar, yukarıda söyledim, sırıtkan bir iskelet intibaını bırakır. İmdat Avşar’ın çok ince, o nisbette hüzün ve keder veren, sizin de söylediğiniz gibi, "… adamın iliklerine kadar işleyen ve düşündüren mizahının,… alt katında içten içe yanan köz gibi bir hüzün yürüyor ki bu da… Yazarın vicdanının sesidir." Ne kadar doğru bir teşhis! Zira büyük mizahçılar kalemlerinden ziyade vicdanlarını konuşturanlardır. İmdat Avşar da bunlardandır. Sadece annesi hakkındaki iki hikâyesini düşünün. Biri değerli bir profesör (Prof. Dr. Ziya Avşar), diğeri büyük öğretmen, müfettiş ve hikâyeci, iki oğul vermiş bu annenin o sâfiyâne cahilliği, fakat yenilik merakı karşısında hem gülüyor, hem de o yıllarda Anadolu köy kadınının geri kalmışlığına vicdanî bir teessür ve merhamet duyuyoruz ve köylü kadınlarımızın eğitim meselesi üzerinde acı acı düşünüyoruz. İşte İmdat Avşar’ın bir başka mesajı daha…

Ayrıca şunu söyleyeyim:

Bu kadar ince, kahkahayla güldüren değil, tebessüm ettiren, düşündüren, ruha işleyen ve acıma hissi uyandıran bir mizah ancak sıcak hatıraların, merhametli bir vicdanın, kıvrak bir zekânın, hassas bir ruhun bileşiminden doğmuş bir mizah olabilir. Görülüyor ki, bu melekeler İmdat Avşar’ın mizaç, karakter ve şahsiyetinin asıl vasıfları ve hasletleridir.

Son olarak şu hususu belirtmek isterim:

Bu hikâyelerde çocuğun bütün saflığı ve masumluğu etrafında kurulan bir çocuk dünyası vardır. Araştırmacılar için bu dünya "Çocuklar için edebiyat" değil, "Çocuk edebiyatı" sahasında orijinal ve zengin bir araştırma konusu olabilir.

16- İmdat Avşar’ın hikâyelerindeki satirik ruh Aziz Nesin’in, Mirza Elekber Sabir’in, Celil Memmedkuluzade’nin tenkidine benziyor mu, yoksa onun ironisinde daha başka varyantlar, renkler mi müşahede ediyorsunuz?

Her mizah yazarının kendine göre bir mizah anlayışı vardır. Bu bakımdan bahsettiğiniz mizahçılarla İmdat Avşar arasında elbette bir fark olacaktır. Aziz Nesin’de mizah daha ziyade ironidir, maksatlı bir alay etmedir. Sizin de belirttiğiniz gibi, Avşar tarzı mizahtan ziyade tenkide yakındır. Fakat bu değerlendirme mânâsında tenkit değil, alay ederek, gülünçleştirerek, insanın ve hayatın olumsuz yönlerini teşhir ederek yapılan mizahî tenkittir. Yani mizah ile tenkit arasında, mizahtan ziyade tenkide yakın, ifade yerindeyse, aklî bir mizahtır. Avşar’ınki ise hissî, yumuşak ve tatlı mizahtır. İki yazarımızın mizahları arasında asıl fark ise üslup farkıdır. Aziz Nesin’in düz nesir üslubuna mukabil İmdat Avşar’ınki "şiirsel" hikâye üslubudur.

17. İmdat Avşar Anadolu’nun garip serçeleri diye tanımladığı Abdalları anlatıyor bazı hikâyelerinde. Ancak onları etnik ya da bir inanç grubu olarak görmediği gibi milli kültürümüzün ve geleneğimizin manevi taşıyıcıları olarak tasvir ediyor. Onun Abdalları sağlam bir zeminde edebiyat dünyasına taşımasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Abdallar Anadolumuzun, millî kültürümüzün, folklorumuzun "manevi taşıyıcıları" dır, bu toprakların sesleridir. Hikâyelerde Anadolu’nun bu "garip serçeleri", "garip" sıfatından da anlaşılacağı gibi, hem kendilerini gurbette hisseden, hem türküleri, sazları ve onları icra tarzlarıyla başkalarına benzemeyen, hem de geçinmek için daima başkalarına tabi ve muhtaç, düşkün insanlar olarak tasvir edilmişlerdir. Onlar ne etnik bir grup, ne de ayrı bir inanç zümresidir. Onlar da insandır ve bizim insanlarımızdır. Üstelik onlar Anadolu insanımızın zevk ve eğlence hayatında daima aranan, vazgeçilmez, dost gönüllü insanlarıdır. Esasen İmdat Avşar’da böyle bir ayırımcılığın fikri değil, zerresi bile yoktur. Onları öyle güzel, öyle dokunaklı ve canlı tasvir ediyor ki, biz de onların meclislerinde bulunmak, o havaları, o türküleri, o sazları, o davul zurnaları dinlemek arzusunu duyuyoruz. Onlar o dervişane, kalenderâne, mütevekkilâne, rindâne, fakirâne hayatlarıyla bir geleneği, bir kültürü, bir yaşayış tarzını temsil ediyorlar. İmdat Avşar onları o kadar canlı tasvirler ve öyle bir üslupla edebiyatımıza malediyor ki, Cumhuriyet dönemi Türk hikâyeciliği yepyeni insan tipleri ve tipoloji araştırmaları bu zamana kadar fark edilmemiş bir zenginlik kazanıyor. Edebiyat sanatında orjinallik ve yaratıcılık bu değilse başka nedir?

18. Son olarak, Avşar’ın, sorularımızın ihata dairesi dışında kalan yazarlığı, sanatçılığı, edebî şahsiyeti hakkında neler söylemek isterdiniz? Onu, bir cümleyle ifade etmek isteseniz ne söylerdiniz?

İmdat Avşar’ın yazarlığı, sanatçılığı, edebî şahsiyeti hakkında daha başka neler söylemek istediğimi soruyorsunuz. Söyleyeceklerimi zaten söyledim. Yarı yazılı mülâkat, yarı sohbet tarzındaki cevaplarımın dışında İmdat Avşar’a dair düşüncelerimi yazmaya kalksam, kendisi hakkında yapılacak bir yüksek lisans tezinin mesela "Giriş" bölümünü kaleme almam gerekir. İyisi mi, ben dediğiniz gibi, bir cümle ile fikrimi özetleyeyim:

İmdat Avşar hikâyelerinin gerek konusu ve muhtevasıyla, gerekse edebî eserlerin yapı unsurları olan insan-olay ve olaylar örgüsü- zaman-mekân-duygu, düşünce ve hayal-fert ve cemiyet münasebeti-tabiat-dil ve üslup arasında kurduğu fevkalâde ve harikulâde bir denge ve ahenkle Türk hikâyeciliğinin ufkundan doğan yeni bir parlak yıldızdır; Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının mesut bir talihidir. İstisnasız bütün hikâyeleri "estetik ve ebedi değer"i hâiz edebî sanat eseridir.

Ve nihayet şu kanaatim:

İmdat Avşar, başta Azerbaycan edebiyatı olmak üzere, öteki Türk lehçelerinin edebiyatlarından yaptığı çevirilerle, kendi şiir ve hikâyelerinin bu lehçelere kazandırılmasıyla ve aldığı ödüllerle "Bütün Türklük"ün, Türk dünyasının da seçkin bir sanatkâr şahsiyeti ve kültür elçisidir. Onun bu misyonu, edebiyatta tecellî eden Türklük şuurunun aydınlığında, Türk dünyasının manevî birliği demek olan kültür beraberliğine giden en feyizli yoldur. Biz bugün Türk dünyasının farklı coğrafyalarında ayrı devletler ve topluluklarız. Böyle olmakla beraber büyük ve ebedî bütün Türklüğün ayni soydaşları değil miyiz?

  • Değerli zamanınızı ayırdığınız ve gözel söhbet için Size tekrar müteşekkirim! Var olun, Hocam!

Müsahibəni apardı: Xəyalə Zərrabqızı


MANŞET XƏBƏRLƏRİ