Yaşamın və "Ölümün ən gözəli"ni yazan Adam...


İmdat Avşar ile tanışlığımız ortak dostumuz Türk Hikayesinin büyük Kalemi rahmetli Emir Kalkan’ın bizi tanıştırmasıyla başladı. Önceleri sohbetlerimiz üçlü devam etti. Sonra bir gün bana, "Çiğdemleri Solan Bozkır" kitabını hediye etti. O zamana kadar edebiyatla ilgilendiğini biliyordum ama hiçbir hikayesini okumamıştım.

Kitabı okudum, okuma ne demek yuttum… Bozkırı, bozkır insanını, Abdalları, Azerbaycan Türklerini bir anlatışı var ki; kâh 70-80 yıl geride kalmış bir köy odasında hikaye anlatan ‘hikayeci’ gibi, kâh ilçe Pazar yerinde yanık sesiyle kendi havalandırdığı destanı hançeresinin son gücünü kullanarak söyleyen ‘destancı’ gibi… Bir masal tadında anlatılan, kendi hayatımızdan hikayeler gibi. Özgün, duru, kendinden töremiş hikayeler… Falanca gibi yazmış denilemeyecek hikayeler. Kendime kızdım, nasıl olur da bu zamanadek, bu kitaptan bihaber, İmdat Avşar’ı yazar olarak tanımadan yaşamışım diye! Kendimden utandım.

İmdat Avşar’ı tavla oynarken zar tutsa da, iyi bir arkadaş olarak hep sevdim... Hikayeci olarak tanıdıktan sonra, O’nun da bin yıl yaşayacak sanatçılarımız arasında müstesna yeri olduğunu bilmek, sevginin yanına saygıyı da ekledi… O’nu yakından tanımak, denk geldikçe halleşmek önemli bir ayrıcalıktır…

No description available.

İmdat Avşar günümüz türk edebiyyatının en özgün hikayecilerindir. Hikaye yazmak sadece kelimeleri belli bir sıraya dizip cümleler kurmakla meramını anlatmak değildir, insanın içinde kopan fırtınaları, yüreğinde hissetdiği burukluğu, acıları, ağrıları ifade etmek ve bunu okuyucuya hissettirebilmektir. Ki, İmdat Avşar bunu en üst düzeyde başarır.

İmdat Avşar’ın kitablarını okumak da kendisiyle söhbet etmeye benzer... Aynı zamanda her bir hikayesi insanın öz içiyle derdleşmesi gibidir. Bu hikayelerin her biri İmdat’ın ömür süzgecinden geçirdiği tecrübelerin ürünüdür. Orda karşılaşdığımız insanlar da, coğrafya da, mekanlar da, yaşanmışlar da, hatta ölümler de bize doğmadır...

"Ölümün en güzeli" hikayesinden okuduklarımız gibi...

İmdat Avşar‘ın "Ölümün en güzeli" hikayesinde;

İnsanlar, coğrafya, mekanlar...

ve Sefer Usta’nın, oğlu Haydar’a; "bir güzel ölüm öldü ki!" dedirten ölümü

Bir sürgün öğretmeninin doğuda doğru dürüst yolu olmayan, elektriksiz, tek derslikli, tezekle ısıtılan bir okulda kelimenin tam anlamıyla perişan 42 öğrenciye amansız kış şartlarında, "aralıksız yağan karı harman edip savuran rüzgâra karşı", "ürperten bir yalnızlık" öğretmenin kendi içinde "korkular" büyütürken korucubaşının içeriği belirsiz bir mahkeme çağrısı getirmesi ile süregelen yeknesak hayat hareketlenir. Karakola, mahkemeye davetler bu coğrafyada sebebi belirtilmeden yapılır. Israr ederse, soğuk ve müphem; ‘karakolda öğrenirsin’ cevabıyla içine korku salınması ihmal edilmez. ‘Acaba niye çağrıldım?’, ‘Ne ile suçlanacağım?’, ‘Başıma ne gelecek?’, sorularının ‘şahsı!’ perişan etmesi sağlanır. Korucubaşı bu durumu bildiğinden meraklıdır, ona; "Önemli bir şey yok. Memleketten… Beni mahkemeye çağırıyorlar.", "Emir büyük yerden! Kılıç hâkimin elinde, bizim boynumuz da kıldan ince, emre uymasak olmaz...", Korucubaşının, "Gidecaksın?" sorusuna onun dilinden"He ye!" diye cevap verir; "Yok babo! Bu karda, kışta!? Beniynen eylenme gurban! Bahar gelsin bir, baharda gidersen…", diye sormasına karşılık, "Gitmezsem tevkif ederler beni.", cevabını verir, memleketine doğru yola düşer öğretmen...

No description available.

İmdat Avşar hikayelerinde anlatımını, karekterlerini, onlar Türkçeyi hangi ağız ve lehçeyle konuşuyorsa, o şekilde konuşturarak yapar. O dil ki, milleti millet yapan en önemli unsurdur. Onunçündür kiGaspıralı İsmail; "dilde, fikirde, işte birlik" fikrini şiar edinmiş, tüm Türklerin de bu şiara uyması için bir ömür, "Türk dilini yabancı unsurlardan temizlemek" uğruna mücadele etmiştir. İmdat Avşar’ın hikayelerinde kullandığı kelimeler içinde okuyucunun anlamayacağı, sözlükte arayacağı kelime yoktur. O dupduru, tertemiz; Yunus Emre’nin, Pir Sultan Abdal’ın, Dadaloğlu’nun, Arif Nihat Asya’nın şiir diliyle yazar… Böylece, hikayeleriyle hem Türkiye’de Güzel Türkçenin dillere yerleşmesine hizmet etmektedir. Öte yandan da Türk Cumhuriyetlerinden, özellikle Azerbaycan Türkçesinden, Türkiye Türkçesine, Türkiye Türkçesinden Azerbaycan Türkçesine yaptığı çevirilerle,Gaspıralı İsmail’in rüyası, Türk Cumhuriyetleri arasında soydaşların tercümansız anlaşmalarını sağlayacak ortak bir Türkçe dilin oluşmasına temel oluşturacak eserler üretmektedir…

... Mahkeme celbine uymamak olmaz, olamaz! İki jandarmanın arasında elleri kelepçeli olarak götürülmek celp çağrısına uymamanın ardından başa gelebilir! Emir büyük yerden! Akşamüstü öğrencilerini bir haftalık ödevlendirir, ertesi gün ‘tan yeri ağarmadan’ insanların koyunlar, keçilerle birlikte seyahat ettiği ‘köy arabasına’ binip memleketine doğru yola düşer. Yolda arabanın camından, "bu kışta kıyamette mahkemeye çağıran hâkimin zihninde şekillenen çirkin, çopur yüzüne" bakar, hayallenir… Olacak olan olur, araba kara gömülür. Bütün yolcular inip arabayı iterler, sürgün öğretmen hariç...

Bozkırda köy öğretmenleri çok saygındırlar. Hem devlet memuru olarak devleti temsil etmektedirler, hem de bilgilidirler. Devlet memuruna korkuyla karışık, mecburi bir saygı duyulur ama öğretmenin bilgisine saygı samimi, içtendir. El üstünde tutulasıdır… Arabayı itmek için öğretmen de yerinden kalkmaya yeltendiğinde Şoför emredici tonda; "Hoca gurban! Sen dur! Sen inme!", "Oyy! El bize söyer, etme gurban, otur!", diyerek arabadan indirmez. "kuşluk vaktinde" varırlar ilçeye. Eziyetli izin alma işini tamamlar. Terminalden İçanadolu’ya kendisinin de büyüdüğü, ‘demlendiği’ kasabasına, memleketine bir bilet alıp, sıcacık otobüsün içinde bulur kendisini... "Çok geçmeden, kabayel değmiş buz kütlesi gibi gevşedim, çözüldüm, ılgıt ılgıt eridim, ince bir dere olup gür bir ırmağa karıştım ve uykunun engin denizine doğru aktım, aktım...", diye anlatır yolculuğunu. Memleketinde de kendisini "bozkırın ayazı" karşılar. Çay içecek bir soba başı aramaya başlar, kasabanın o günkü halini; "Kasaba bir günler evvel ölmüş bir ceset gibiydi, soğuk, solgun, ruhsuz, cansız, ölü… Sokakları ıssız, yolları tenha, evleri lâl, buzlu pencereleri kör, ağaçları uzun uykuda ve tüm serçeleri suskun. Oysa söğüt dallarına konan serçeler, hep hayatı müjdelerdi bu bozkırda. Beyaz bir uğultunun içinde can vermişti kasaba ve buradaki her şey, bir cenaze yerinde ya da matem töreninde donmuştu. Rüzgârın tipiden tırnaklarıyla yüzünü tırmaladığı evler, gözlerini bir türlü açamıyordu. Evlerin buzlu gözleri pencereler, birer ölü yüzü gibi fersiz, ışıksız, solgun, donuktu...", diye tasvir eder. "Buradaki her şey, el yetmez, ses ulaşmaz bir uzaklıkta kaybolmuş, kasabanın bütün renkleri, zaman yağmuruyla ıslanmış, erimiş, o eski renklerin sırları dökülmüş, birer birer silinmiş, akıp gitmişti. Kasaba yabancıydı, el olmuştu, el...", diye de ekler… Hayal kırıklığıdır yaşadığı... Umduğunu bulamamanın hüznü. İmdat Avşar’ın bu anlatımı, güçlü tasvir yeteneği, okuyanına oradaymış hissini veriyor, okur bozkırın ayazında üşüyor, kasabanın sessizliğinde, hareketsizliğinde, viraneleşmiş halinden öğretmenle birlikte yalnızlığın, garipliğin hüznünü yaşıyor… Avşar yüksek pikselli bir dijital fotoğraf makinasıyla, yıllar önce ayrıldığı kasabanın fotoğrafını çekmiş gibi, fotoğrafa bakıp, hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan olduğu gibi anlatıyor, zannedilir... Sanki kasabayı kadrajında odak noktasına yerleştirmiş, fotoğraf makinesinin ‘aslı gibi’ programında deklanşöre basmış gibi. Fotoğraftakilere sadık bir anlatım… Kasaba bıraktığı gibi değildir. "Kasabadaki her şey: Evler, yollar, dükkânlar iyice birbirine yaklaşmış, birbirine girmiş, taşladığımız cevizler, başakladığımız elmalar, üzüm yolduğumuz bağlar ve evlek evlek bahçeler, birbirine giren evlerin arasında sıkışıp kaybolmuşlardı. Nedense evler çoğalmıştı. Bağları, bahçeleri yiye yiye büyümüş ve bahçeleri ağaçlarıyla birlikte yutmuştu evler, boyları uzamıştı evlerin, bir kavak gibi uzundu hepsi…." Plansız büyüme, dikey yapılanma, tanıdık/bildik kimsenin kalmaması! Kötü bir karşılama… Hayal kırıklığı, yeis! "Çarşıda dolaştım bir süre, kahveyi aradım. Önünde, dalları yer süpüren salkım söğüdü ve neşe dolu insanları olan, yıllarca garsonluk, bir ara terfi edip ocakcılık yaptığım, çay ile birlikte kendimi de demlediğim, yanıp pişip kıvama geldiğim kahve... yok!" – diye teessüf eder...

Sorarak önünde salkım söğütlü tek katlı, daha önce kendisinin de garson olarak çalıştığı kahveyi bulur: "Köşebaşını döner dönmez sarı, iki katlı konağı gördüm. Bu konak da olmasa, çocukluğumun, gençliğimin burada geçtiğine asla inanmayacaktım. Karanlıkta cılız bir çıra ışığı bulmuş gibi, o iki katlı, sarı boyalı konağın aydınlığında, eski dar sokakları, köhne kerpiç evleri görmeye çalıştım ama nedense hiçbiri nikabını kaldırıp yüzünü göstermedi bana…" Aslında kahveyle birlikte yana-yakıla aranan, "o iki katlı, sarı boyalı" konaktır. Konağın, adını bir çiçeğe sakladığı, "bembeyaz yüzlü", "çifte belikli" kızıdır… "Derin bir ‘ah’ çeker… Kızı kendince hafızasına gömer, "göz açıp kapayıncaya kadar" da unutur.

Salkım söğüt kesilmiş, tek katlı kahve yıkılıp yerine dört katlı bina yapılmıştır. Alt kat yine kahvedir. Salkım söğütten geriye ‘kuru cansız’ bir kütük kalmıştır.

Söğüt ağacı, serçe kuşu İmdat Avşar’a göre bozkırın ağacı ve kuşudur. Bir gün konuşurken bozkır sohbetimize konu olmuştu, kesinlik içeren bir ses tonuyla; "Ağabey, bozkırın ağacı söğüt, kuşu serçedir" demişti. Ben, yaban armudunu, alıç ağacını, kara/ala kargaları hatırlatmıştım. Yine o kesin ifade "Ölümün En Güzeli" hikayesinde karşımıza çıktı. Diyor ki; "Bozkırın en kadim kuşları bu serçeler... ve sesleri, binlerce yıldan beri aynı...". Anladığım kadarıyla söğüt ve serçe Avşar için bozkırın sembolleridir. İmdat Avşar olağanüstü gözlem gücünün yanısıra, gerek öğretmenliği, gerek müfettişliği zamanında kültürünü köklerinden alan köylü bilgelerle karşılaşmış, onlardan dinlediklerini biriktirmiş, yazarken ihtiyaç halinde heybesinden çıkartıp yerli yerinde kullanmakta. Aynı durum Abdal uluları içinde geçerlidir. Babadan oğula, ustadan çırağa devredilen bağlama çalma teknikleri, tavırları, bozlak söylerken, türkü havalandırırken çoklukla adını koymadıkları kurallar girer devreye, bozlaklar, türküler doğrudan yüreğe seslenir acıtır, yakar, hüzünlendirir, sevindirir, oynatır, halaya durdurur… O süreklilik, bilgiyi, müziğin inceliklerini devretme o derecedir ki, Sefer Usta bir önceki Abdal ekolü ustaları için; "Abdalın ulusu üç, gerisi heç ağam." der saymaya başlardı: "Beri baştan deyim ki ağam, birinci ulumuz feryadı göğü tutan Muharrem Usta... Yaradan ses vermiş gurban olduğumun abdalına. Ses cihazına ne hacet? O yukarı köyde çığırsın, sen aşşa köyden dinle. Odada bir bozlağa asılsa, pencerenin camları tir tir titirerdi. Durnalar gibi cağıl cağıl öten Hacı Taşan da ikinci büyüğümüz. Pınar gözesi gibi kaynayan duru sesiyle bir Keskin Semahına girse, yerdeki daş, göğdeki kuş onu diyner. Abdalın ününü âleme yayan Neşet de üçüncü büyüğümüz. Yunus Emre’yi, Pir Sultan’ı geçti gurban olduğum. Biz kapıdan eşiğe çıkmaya korkardık amma Neşet’in sazı, ecdadın atı gimi üç kıtada at oynattı ağam. Kabaağaç gibi gurban olduğum, kölgesinde beş yüz abdal barınır. Benim gibiler dolu aşiretin içinde, benim gibilerini itine dök ağam, onların aleviynen parlıyok biz, onlardan bellediğimizi çalıp çığırsak yeter."

O sebepledir ki; Abdalların türküleri, bozlakları eskimezler, süreklilik arzederler, kendilerini yenilerler. Abdallar Türk boylarındandır.Tarihçi Âşık Paşaya göre: "Rum’da dört taife vardır. BiriGaziyân-ı Rum, biriAhiyân-ı Rum,biriAbdalân-ı Rum,biri deBacıyân-ı Rum." Bu dört grubun içinde Abdalları da sayar. Diğer üç taife gibi, Abdalların da büyük bir topluluk olduğunu bildirir. Dayandığı, beslendiği kökler bu derecesağlam olunca, Avşar’ın hikayelerindeki anlatım zenginliği ve gücü okuyanı sarıp sarmalıyor. İmdat Avşar hikayeleri bağımlılığı yapıyor. Avşar çalıştığı köyde vadinin uğultusundan "titrek alev ışığında ürperten bir yalnızlık... içimde korkular büyütür" der… Bozkır’ın ‘kavruk’ şairi Abdürrahim Karakoç ise; "lambada titreyen alev üşüyor / aşk kağıda yazılmıyor Mihriban"... Asrın aşk şiiri olarak nitelendirilen "Mihriban" şiirini, "lambada titreyen alev üşüyor" berceste mısrasıyla güçlendirir. Karakoç Mihriban şiirinde Mihriban’ı "Sarı saçlarına deli gönlümü/Bağlamışım, çözülmüyor, Mihriban" diyesarı saçlı olarak yazmıştır şair… Güzel bir tesadüfle ‘Mihriban’ olarak bilinen Karakoça ‘asrın aşk şiirini’ yazdıran Mihriban’ın ablasıyla aynı okulda öğretmen olarak çalışmıştık, Bir gün Karakoç’un "Vur Emri" şiir kitabını bende görünce, o hanımefendi demişti ki, ‘Hocam, Mihriban şiirini bilirmisiniz?’ ‘evet’ cevabını alınca, ‘size bir sır vereyim, şiirde Mihriban olarak geçen kız benim küçük kız kardeşimdir. Ama ne adı şiirdeki gibi Mihriban’dır, ne de saçları sarıdır’. Şaşırmıştım, ‘neden öyle, o halde diye sorduğumda’, ‘Hocam, Cela küçük bir kasabadır, Abdürrahim kardeşimin adı dile düşmesin diye adını ve saçını değişik yazmış.’, demişti.

No description available.

‘Nikabını kaldırmak’ Türk Edebiyatında insan için, ‘peçeyi kaldırmak, yüzü açmak’ anlamında kullanılmasına rağmen Avşar, "evleri görmeye çalıştım ama nedense hiçbiri nikabını kaldırıp yüzünü göstermedi" cümlesinde evler için kullanır. Karacaoğlan ise 17. yüzyıldan; "Kaldır nikabını görem yüzünü/Aç başını yaradanı seversen" türküsüyle günümüze seslenir… Halen sevilir ve dinlenir.

Öğretmen sonunda kasabasında özlediği salkım söğütten kalan, "yerden elli altmış santim yukarda, bir masa gibi" duran ‘gölgesiz’ gövdenin yanında bulur kendisini. Üstelik söğüdün gövdesinde kalbi delip geçen bir okun, kalbin içine çizilmiş kendi adının ve sevdiği kızın çiçekten olma adının baş harflerinin yazılı olduğu bölüm de ağacın kesilen kısmında gitmiş. İhtimal ki, "bu söğüt, bedenine testereyi dayadıkları gün kendi canının telaşına düşmüştü muhakkak ve o çiçeğin adını da benim adımı da unutmuştu.", "O kuru, cansız, kütüğün" yanında beklerken kahvenin "demir kapısı" "gaarççç" diye açılır, "Kapıdan, on beş-on altı yaşlarında, bıyıkları yenice terleyen, tığ gibi bir delikanlı" çıkar. Eskiden garsonu, ocakçısı olduğu kahvenin şimdiki garsonudur o delikanlı. O anı; "baştan ayağa yüzülen bedenimden bir ışık gibi sıyrılıp çıkan ruhum, bu yeniyetme garsonun bedenine yerleşiverdi.", diye anlatır öğretmen. Kendisiyle gözgöze gelir, gözlerinde anlaşılmaz bir keder olduğunu görür.

İmdat Avşar hikayesinde zamanı hızlandırır, öğretmen o durumu anlatırken; "Bozkırın en kadim kuşları bu serçeler ve sesleri binlerce yıldan beri aynı. Bu tanıdık cıvıltılar, esen rüzgârı tersine döndürdü bir anda. Poyraz sustu ve ılık bir bahar yeli esmeye başladı. Art arda cemreler düştü içime. Karlar ılgıt ılgıt eridi, buzlar yavaş yavaş çözüldü ve sular, birer iplik gibi akıp gitti, derelere karıştı. Sonra salkım söğüdün kuru kütüğü dal budak saldı, ince, narin dalları yaprak yaprak yeşerdi. Kuru kütük, ulu bir söğüt oldu yeniden. Söğüdün gövdesinde iki harften oluşan bir falçata yarası, gölgesinde ağaç sandalyeler, masalar ve neşeli insanlar…", der. Ve öğretmenin zaman içinde seyyahlığı başlar. Öğretmen o yolculuğu; "Serçeler, beni de bir kuru ekmek parçası gibi didikleyip parçaladılar, sonra ortaya dağılan parçalarımı gagalarına alıp uçtular, uçtular ve her parçamı otuz yıl önceye, eski bir zamana bıraktılar." Artık 30 yıl geriye gitmiş, o zamanı yaşamaktadır. Salkım söğüde yaslanır, karşı konaktaki kızın balkondan kendisine gülümsediğini görür. Kimbilir belki de zaman seyyahı olmasının asıl sebebi o (sevgili) kızın bu gülüşüdür… "Çay isteyenler, domino oynayanlar umrumda bile değildi. O kızın gülüşü, serçelerin sesi kadar gerçekti ve bir yaz günü kadar sıcak…" dediğine göre öyle. Ocakçı Yusuf Usta garsonunun boşvermişliğine, vurdumduymazlığına kızmaktadır. Üstelik karşı konaktaki kızdan da haberdardır, ağaca çizilen kalp resminin ‘kime!’ olduğunu da bilmektedir. İtiraz etse de, ustası; "Uzatma, aklını başına topla! Al şu çayları, dağıt! Sevda karın doyurmaz!", der…

Yeniyetme Garson kahr ile, " "Tamam usta, tamam!" deyip tepsiyi sallayarak söğüdün altında, ağaç sandalyelerde oturan adamların arasına", dalar. Çörçil Osman, Sateker İrecep, Çolak Tekin, Cingan Ali, Kuşçu Haco, Aslan Emmi, kağıt, okey, domino oyunlarını kurmuş kazanma, masanın çaylarını rakiplerine yıkmak için adeta savaş vermektedirler. Garson (şimdiki öğretmen) "tavşan kanı çaylar ile dolu tepsiyle, o hayalî cemaatin" içindedir. Zaman seyyahlığı başlamıştır, otuz yıl geriye garsonluk günlerine gitmiştir. Masalara çay dağıtırken laf yetiştirmeyi, oyunlara müdahele etmeyi de ihmal etmez Aslan Emmiye domino oyununda yardım eder, kazandırır ama ‘çarşı karışır’;

"Olmaz!"

"Saymam!"

"Niye olmasın!"

"Çay parasını verirsem…"

Okey masasında Şeytan Bekir’e yeşil onbirliyi attırıp, Gazi Emmi’ye oyunu kazandırır. Gazi Emmi; "Buraya kadar!" der, "Düşmanıyın ömrü bu kadar olsun Bekir Ağa!" Sonra garsona dönüp:

"Çay paralarını Bekir Emmi’nden al, yeğenim!"

"Bravo Gazi Emmi, vallahi bravo!"

Sonra kıyamet kopar okey masasında da.

"Ben yeşil onbirliyi atmayacaktım."

"Kör müsün? Atmasaydın!"

"Ben saymam!"

"Çay parasını sen vereceksin!"

"Vermem! Herkes içtiği çayın parasını versin!"

Okey masasını da karıştırdı. Bir bağırtı çöktü söğüdün altına.

Kimin yenildiği, çay paralarını kimlerin yükleneceği umurunda olmayan, yancı Cingan Ali fırsattan istifade, bitmiş oyundan bir çay daha içecektir; "Gâvura da maşallah, İslama da maşallah! Kim yenerse, yensin yiğenim, sen bana bir çay daha getir, okey masasına yaz!", der… Çörçil Osman, Çolak Tekin yan masadan çay parası kavgasına tutuşanları azarlarlar;

"Susun lan! Tarla mı bölüşüyorsunuz dürzüler!"

"Ulan biz tarlasına oynuyoruz, bu kadar bağırmıyoruz." dedi. "Kov şunları yeğenim, bunların çaylarını da bana yaz!"

"Bana yaz!" bozkır kahvelerinde önemlidir… Bozkır adamının cebinde çoğu zaman kahvede çay parası ödeyecek parası bulunmaz. ‘Elime geçince!’ veya "Harmana!’ yazdırılır… ‘Çay parası’, bazen statü belirler. Birisinin hakkında, "cebinde bir çay parası bulamazsın’ hükmü verilmişse, işi bitiktir. Ne toplum içinde itibarı olur, ne de sözü kaale alınır! Veya ‘ağadır, oturduğu masada kimse elini cebine atamaz, kimseye çay parası ödettirmez’, dedirtebilen, fazladan bir ‘çay parası’ itibarı kazanmış demektir. Ayakta karşılanır, ayakta uğurlanır, sözü geçer… Bir çay parası bulamamanın ne demek olduğunu o yoksulluğu yaşamayan bilemez. ‘Bana yaz’ diyebilenler bozkırda ‘ötekilere göre’ zengindirler!

No description available.

İmdat Avşar hikayelerinde; sıradan, bazılarının ‘küçük insanlar’ olarak sıfatlandırdıkları insanları anlatır. O denli gözlemlemiş, tanımıştır ki, hikaye kahramanlarını, okurunun onların sohbetine katılası gelir. Ya da Çolak Tekin’i hile yaptığı için azarlamak ister. Veya garsona, ‘Cingan Ali’ye bir çay ver, bana yaz’, diyesi gelir. İmdat Avşar Hikayesinin karekterleri birebir gerçektirler, otuz yıl geride kalmış olsalar da canlıdırlar… Edebiyat dünyamızın ölmez karakterleri olarak hep yaşayacaklardır.Dostoyevskichr("39")nin ilk romanı ‘İnsancıklar’ da yalın, sade, dümdüz bir anlatıma sahiptir. İki kişinin, Varvara ile Makarchr("39")ın yazıştığı mektuplardan oluşur. Dostoyevski İnsancıklar kitabında Petersburgchr("39")un o dönemdeki durumunu çok etkili bir gerçeklikle gözler önüne sermiş, fakir insanların da ince özgün duygulara sahip olabileceğini net olarak ortaya koymuştur. Makar Varvara’ya bir mektubunda; "Zavallı insancıklar hassas olur, doğa onları böyle yapar. Bunun eskiden beri farkındayım. Zavallılar titiz olur. Dünya görüşleri biraz değişiktir." ‘İnsancıklar’ı böyle tanımlar, kendisi içinde; "çünkü uysal bir insanım, çünkü ben küçük insanım", itirafını yapar. Çolak Tekin’in; "Kov şunları yeğenim, bunların çaylarını da bana yaz!", derken kullandığı ‘şunlar’ ile Dostoyevski’nin"insancık"ları arasında değer bakımından ne fark var?

Veya belki de, Rahmetli kadim dostum, arkadaşım büyük hikayeci bozkır insanını en sağlam anlatanlardan Emir Kalkan’ın şu sözü; "Bir tablo var, çok etkiler beni: Sekiz kuş uçuyor havada. Yedisi önde, biri ise arkada kalmış. En arkadakine soracaksın: Neden arkadasın, neden yalnızsın. Öykü bu nedenlerde saklıdır işte. Arkada kalanları yazıyorum ben.", "Bir gönül bağım vardır onlara. Ben mağlup adamları severim. Başarılı adamlarla pek aram yoktur. Allah işlerini rast getirsin onlarında. Ben yenilen boksörü severim, koşuyu bitiremeyen atleti severim, sınıfın en arkasında oturan çocuğu severim, ben yenilenleri severim. Daha çok da onları yazmaya çalışırım." Emir Kalkan, ‘Arkada kalan!’ları, ‘mağluplar’ı, ‘yenilenler’i yazdı. İmdat Avşar’ın yarattığı önemli karakterler de çoğunlukla, arkada kalanlardandır, mağluplardır, yenilenlerdir. Avşar da onları yazıyor. Onları görmek lazım, onların dünyada bir boşluğu doldurmaktan başka bir şey olmadığına inanan, onları ‘küçük insanlar’ olarak yaftalayanlardan olmamak lazım. Çünkü dünyada zenginlik biriktirenlerin zenginliklerinin kaynağı, ‘küçük insanların’, ‘insancıkların’ emekleridir.Avşar`ın insan olarak da, yazar olarak da meziyyeti bu insanlara sevgi ve merhametle sahib çıkmasıdır.

Kahvedeki hengâme Ocakcı Yusuf Usta’yı öfkelendirir. "Nedir ulan senden çektiğim? Garson musun, fitneci mi? Milleti birbirine düşürüp seyre çıkıyorsun. Seni bana sayıyla mı verdiler?", diye bağırarak garsonun (öğretmen) üstüne doğru geliyordu. Tam o sırada kahvenin kapısı gıcırtıyla açılır. Öğretmen o anı; "Bu kapı sesi, ‘yazımı kışa çevirdi’ ve oradaki her şeyi aslına döndürdü birden. Kuru söğüt kütüğü, kar, serçeler, bavul ve ben..." diyerek anlatır. Yani zaman seyyahlığıyla otuz yıllık geriye gidiş yapan Öğretmen, otuz yıl önceki zamandan, hikayedeki şimdiki zamana döner. Garsona; "Delikanlı, bana bir çay getirir misin?", "Burada içeceğim." der. O içeri girince, salkım söğüdün gövdesine dokunur; ona; "Seni niye kestiler, kolunu dalını niye kırdılar?" diye sorar. Salkım söğüt; "Hoş geldin!" diye cevaplar, "Dallarım, budaklarım olsaydı, ta öteden gelirken tanırdın beni. Ama şimdi bu kuru kütüğü tanıyamadın, değil mi? Oysa ben, ölmedim daha, köklerim hâlâ diri, ilk bakışta, gözlerinden tanıdım seni!", der. Sorar;

-"Sen burdan gideli kaç yıl oldu?"

-"Otuz." dedim, "Tam otuz yıl...", "Az önce bir meclis kurdum gölgende: Çörçil Osman, Şeytan Bekir, Koreli Gazi, Sateker İrecep, Kuşçu Haco… Hepsi buradaydı. Bir tek Kemancı Sefer Usta yoktu. Onu göremedim. O serin yaz akşamlarında, senin gür dalların altında, ne güzel türküler söyler, ne yaman bozlaklar okurdu Sefer Usta. O, kemanı acı acı inletince, senin yaprakların, titrer kolların iyice aşağı sarkardı, hatırında mı?..."

Öğretmen Sefer Ustanın neden kahvede olmadığını merak eder eski günleri hatırlar. "İki oğlu, bir de kendisi, üç kişi gelirlerdi bu kahveye. Önde, elinde kemanı ile Sefer Usta, arkasında sazı ile oğlu Haydar, onların arkasında da darbukayla Hüseyin... Üç sayısı kutsaldı Sefer Usta için. Yaz günü, söğüdün serin gölgesine oturur oturmaz, açık kapıdan başını uzatır bana seslenirdi:

"Üç çay, ağanın oğlu, üç çay!"

Ben çayları getirince, sırtını söğüde yaslar, bir de ‘kuru’ sarıp keyifle içerdi.

"Üç günlük dünyada üç gün yüzüm gülmedi, üç kuruşa muhtaç geldim, muhtaç gidiyom."derdi diye anlatır yazar.

Kahve kapısı bir daha açıldığında, Sefer Usta’nın oğlu Haydar ile gözgöze gelirler. Kucaklaşırlar, ikisi de sevinirler. İçeri girip çay içip sohbet ederken Öğretmen; "Baban nasıl Haydar? Yine keman çalıyor mu?", diye sorar. Haydar güler; "Öte geçede keman bulursa, çalar ağanın oğlu!", diye cevap verir. Sefer usta bir yıl önce ölmüştür. Konuşma Sefer Usta üstünedir artık;

-"Allah rahmet eylesin, demek Sefer Usta’nın da yıldızı çekildi gökten."

-"He, ömrü yokluk içinde geçtiydi ağamın amma bir güzel ölüm öldü ki!"

-"Güzel mi öldü? Nasıl?"

-"…Yenice bir düğün çalıp geldiydim ağanın oğlu. İki dene besili hindi alıp eve vardım. ‘Sulu’, ‘kuru’ bir güzel gayıt gördüm.Anamhindileri haşladı, lokum gibi oldu mübarek. Sofrayı donattık, şişeleri açtım. İrahmetlik Sefer Usta kemanı aldı, ben de sazı… Çaldık, çığırdık, bir güzel yedik, içtik. Kafası pek hoş olduydu garibimin. Bir de ‘kuru’ sarıp verdim ki değme gitsin. Sonra ne olduysa anlamadık ağanın oğlu, birden yıkıldı dağ gibi adam, nefesi dutuldu, sofranın başına uzattık. Az sonra sessiz sedasız göçüp gitti Sefer Usta."

-"Öylece öldü, gitti mi?"

-"Ne diyek gurban olduğum, Yaradan’ın takdiri... Allah eyle ölümü herkese nasip etsin! Önünde kızarmış hindi, başucunda ırakı, esrar… ‘Varlık’ içinde öldü gurban olduğum."

Haydar’a göre, "Üç günlük dünyada üç gün yüzüm gülmedi, üç kuruşa muhtaç geldim, muhtaç gidiyom", diyen Sefer Usta için güzel ölüm hindi eti yedikten, rakı, esrar içtikten, çalıp, çığırdıktan sonraki ölümdür! Hatta "ölümün en güzeli"dir! Sefer Usta’nın üç büyük Abdal olarak saydıklarının üçüncüsü Neşet Ertaş ise güzel ölümü; "Aşk biterse yorulur insan, ben ne zaman ölürsem Neşet yoruldu desinler", olarak tarif eder. Ne büyük bir fark! Tezat!

Sürgün Öğretmen, ertesi gün kasabasına geliş sebebi olan mahkemeye, hakim karşısına çıkar. Hakim; "Yaz kızım, yaz!" dedi. "Şahidin sehven çağrıldığına; asıl şahidin bir sonraki duruşmada hazır bulundurulmasına…" Onca yol. Onca zahmet. Onlarca çocuğun günlerce eğitimsiz kalması! Bir ‘sehven!’ yani bilmeyerek yapılan yanlış yüzündenmiş! İşte liyakatsizlik, devletteki laçkalık, vurdumduymazlık bir ‘sehven!’ çağrılmak içinmiş! Budur!

***

Bozkır insanı; sakin ama gözükara, sessiz ama fedakar, munis ve vefalıdır… Zamanın yıpratan, yok edici gücüne karşı koyamamak onları bozkırın şartlarına uymaya mecbur etmiştir. Yoksulluk!

Türk-İslam mitolojisinde Hızır zaman seyyahıdır. Zamanda ileriye geriye gidip gelir. İstediği kimliğe bürünebilir. Sultan Süleyman ise, bütün canlılarla konuşabilir.

İmdat Avşar mitolojimizin bu zenginliğini ‘Ölümün En Güzeli’ hikayesinde Sürgün Öğretmeni otuz yıl önceki haline dönüştürüp, otuz yıl geriye seyahat ettirip hikayedeki bugüne döndürüyor. Salkım söğütten geriye kalmış gövde ile dertleştiriyor. Köklerini iyi bilen, o köklerden besleniyor olmak, dilimizi, ağız farklarını hiçbir rahatsızlık vermeden okuruna sunmak Avşar’a has bir yetenek olmalı. Abdal ağzı onun hikayelerinde bizim kendimizin günlük konuşma dilimiz gibi akıp gidiyor… Sanat eserlerinin toplumları değiştirme, dönüştürme gücü vardır. Değişim ve dönüşümün müsbet anlamda gelişmesi, ortak kültürün yaygınlaşması, benimsenmesiyle olacaktır.

Türk Dünyası edebiyatının gururu Cengiz Aytmatov, bir dehaya yakışan ustalığıyla, bozkırı mevsimlere göre sınıflandırıp öyle bir anlatır ki; "Uzakta, boz renkli büyük yolun ötesinde, sonbahar bozkırı gözalabildiğine uzanıyor. Gökyüzünü, bir yerlerden akıp gelen mavimsi bulutlar kaplamakta. Sessizce tarlalara yayılan rüzgâr, hasır sazlarına, sayar gibi tek tek dokunup geçiyor, ölü yaprakları dereye doğru sürüklüyor. Sabahleyin her yeri çiy kaplayınca, dereden otların kokusu yayılır çevreye. Hasattan sonra toprak dinlenmektedir. Çok geçmeden kötü havalar başlayacak, yağmurlar dinmeden yağacak, sonra ilk kar yere düşecektir. Daha sonra da fırtınalar, boralar..." Cengiz Aytmatov da, Toprak Ana’da Yaşlı ana Tolgonay’ı tarlasıyla konuşturur.

Tolganay’ın tarlasıyla çok uzun süren dertleşmesini Aytmatov şöyle başlatır:

"Yaşlılıktan kenarları iyice kırışmış gözlerle çevresine uzun uzun baktı:

-Selamünaleyküm sevgili tarlam! dedi yavaş sesle.

-Aleykümselam Tolgonay. Yine geldin demek? Görüyorum, biraz daha yaşlanmışsın, saçların bembeyaz olmuş... Aa, baston da kullanıyorsun artık.

-Evet, güzel toprağım, yaşlandım. Ee, aradan bir yıl daha geçti ve sen bir hasat daha verdin"

Ne kadar doğal ne kadar gerçekmiş hissi veren bir anlatım…

Bozkırı, bozkır insanını yazanların önemli bir avantajı vardır. Bozkır şartları serttir, insafsızdır. Bozkır insanı kavruktur ama dayanıklıdır, sahicidir. O sebepledir ki, İmdat Avşar hikayesinde nirengi noktası olarak, bozkırı ve bozkır insanını belirlemiştir. Avşar`ın kelime dağarcığı çok zengindir. Anadolu Türkçesi, İstanbul Türkçesi, Anadolu ağızları, özellikle Abdal ağzı kelimelerine, Azerbaycan Türklerinin ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde konuşulan lehçelerin zenginliklerini de ekleyince hazine değerinde bir kelime dağarcığı çıkıyor ortaya. Allah var İmdat Avşar’da bu zengin dili en ince, en hassas şekilde bir kuyumcu hassasiyetiyle kullanıyor. Onun içindir ki, İmdat Avşar’ın okuyucusu onun hikayelerinin bağımlısı gibidirler… Beklerler ki, İmdat Avşar’dan yeni hikayeler gelsin. Ben gibi…

Kalemi hep yazsın, yazsın ki; bizi kalemiyle Türk birliğine yaklaştıran adımları atsın…

Dursun Berkok

Kayseri, 2 Nisan 2022


MANŞET XƏBƏRLƏRİ