A.Yağmur Tunalı: "İmdat Avşarın başarısının ən böyük sirri ədəbiyyatın özü demək olan şeiri dərindən duymasıdır..."


Sanatkâr elbette eseriyle değerlendirilir ve o değerle anılır. Bütün devirler ve anlayışlar için nihai noktada dikkatlerin yoğunlaştığı alan eserdir. İtiraza yer bırakmayan bir doğru ararsak budur. Ancak bu şaşmaz doğruyu bilip bildirmede eksikliğimizi görmemek olmaz. Yaratıcıyı ihmal eden veya geri planda tutan bir bakışa yol açan uygulamalar çok yaygın. Hayat hikâyesini ana hatlarıyla bilmek ve yüzünden okumaktan bahsetmediğim erbabı için bellidir. Edebiyat âleminde, eskilerin tabiriyle "eserden müessire" giden bir gayretin gerekli şartlar arasında görülmediğini düşündüren bakışlarla çevriliyiz. Söylediğim odur. Sanatkârı ihmal eden bir dikkatin sanatı anlama derecesinde boşluklar oluşacağı bilinmiyor denemez. O halde niçin böyledir sorusuna cevap aramak meselesi önümüzdedir.

Eseri yaratanın hayatı, yaşadığı çevre, türlü zorluklarla nasıl baş ettiği, geçirdiği hafakanlarla nasıl güreştiği ve çıkardığı eserle elde ettiği zafer bir bütündür. Bu bütünü tanımadan girişilecek anlama ve yorumlama çabasının yetersiz kalacağı açıktır. Tabii sanatçıyı normal insan ölçüleriyle değerlendiremeyiz. Aykırı ve sapma görünen hareketleri insanları rahatsız edecek derecede göze batabilir. Günlük hayatı idarede sıkıntılar yaşayabilir. Çünkü derine dalanların satıhta herkes gibi davranmaları her zaman mümkün olmayabilir. Sanatkârı tanımak derken bunları anlayarak değerlendirecek bir tenkitçinin bakışından bahsediyorum. Arızaları ve zaaflarıyla bir sanatkâr profili, eserin değerini gölgelemeyecek şekilde ele alınmayı gerektirir. Sanatı ve sanatçıyı ayırmadan böyle bir bakışla eseri öne çıkarılabilir.

Sanatçı ve hayatı aynı şekilde değer taşımaz. Öyle görünür, öyledir veya öyle anlaşılır. Bütün büyük sanatçıların hayatına ve eserine bakıldığında bu türden keskin tezatlar görülür. Mesela, hayatı çok düzgün seyretmeyen Necip Fazıl bu dediklerime örnektir. Sanatını devreleriyle değerlendirir, fikirlerini ayrıca ele alırız. Hayatının arızaları onu yaşama örneği göstermeye manidir. Fakat sanatı bir devresiyle yükseklerdedir. Bu ayrımı yaparak hayata ve esere bakmak önemlidir. Son yıllarda ısrarla biyografik tahlillerin eseri değerlendirmede mecbûrî temel bilgilerle birleştirilmesi gerektiğini vurguluyorum. Hatta -niye söylemeyeyim-, böyle bir dikkatin zarûrî olduğu apaçık. İnsan, zaman ve toplum fotoğraflarıyla yürüyeceğimiz zemini verecek olan budur. Daha doğru ve ileri fikirleri meselenin doğrudan ilgilisi edebiyat tarihçilerimizden bekleyeceğimizi söylemek sözün fazlasıdır.

Bizim memleket

İmdat Avşar’ın sanatını anlamak için bu dediklerimin gerekliliği bana daha açık göründü. Yahya Kemal’in, eksikliğini belirttiği "Memleketten bahseden edebiyat"ın yeni ve üstün bir yaratıcısı karşısındayız. Memleket dediğimiz insandır, topraktır, dağdır, sudur, ağaçtır, çiçektir, bütün canlıları ve canlılıklarıyla bir yaşama düzeninde beliren bizim iklimimizdir. Bu iklimde olağanüstü bir âhengin akışını duyan ve duyuran sanatkâr örneği İmdat Avşar’dır. Kendi ifadesiyle hikâyelerinde bozkırı yaşar ve yaşatır. Zemini İç Anadolu’dur. Oradan insan ve tabiat manzaraları eşliğinde yarattığımız hayat yer yer bütün detaylarıyla tasvir edilir.

İmdat, bu çevreye doğmuştur. Alıcıları her zaman açık bir genetik yatkınlıkla bu dünyaya geldiği bellidir.Yatkınlıkdediğim oistidad(potansiyel yetenek) olmadan girişilecek gayretlerin başarısı bir yere kadardır ve yavandır. Şeksiz şüphesiz öyledir. Uygun genlerle doğmak lazımdır.Şairlik, buradan genişleyerek sanatkârlık doğuştandırdenirken söylenmek istenen budur. İmdat Avşar’ın hikâyeleri doğrudan doğruya içine doğduğu dekor içinde yüzen dikkatleriyle hayat kesitleri verir ve ona bağlı bir gerçek ve gerçekçi tondan konuşur. O halde bu çevre ve hayat bilinmelidir. Yazarın hayatı bu muhitten devşirdiği özle ve ayrıca bütün dönemleriyle bilinmek ve anlaşılmak durumundadır. Başka türlü eserine tam manasıyla nüfuz edebileceğimizi sanmam.

Burada okuyucu tavrıyla tenkitçi tavrını ayırmak lazım geldiği muhakkak. Okuyan o dünyaya yazarın anlatma ve yaratış kudretiyle çekilir. O kudreti tahlil edecekler edebiyat tarihçileri ve diğer eleştirmenlerdir. Bizde eksikliği hissedilen alanlara dokunduğumun ve olumsuz vadiye gidecek sözler etmeye yaklaştığımın farkındayım. Hayır, bunu yapmayacağım ve hatırlatmakla yetineceğim. Hem mazurum, hem de çok değerli bir farklılığı zevkle söyleyeceğim.

Tartıya çıkan sanatkâr

Hayale Hanım, bana İmdat Avşar’la ilgili yazıları gönderdi. Bir kısmını görmüştüm. Görmediklerim daha çokmuş.Berceste Dergisi’nin özel sayısı, muhtelif değerlendirmeler, kendisiyle veya kendisi hakkında yapılmış mülakatlar ve kitaplarına yazılan önsözlerden çok şey öğrendim. Önce bir husus dikkatime çarptı. Edebiyatımızın dünden bugüne öne çıkan isimlerine göre İmdat ve eserleri hakkında çok yazıldığını görmek gönlümü açtı. Evet, sanatçılarımıza düşük ilgi göstermeye alışığız. Bu yazılar alışılmışın dışında bir yekûn tutuyor. İmdat’ın büyülü yazışının şahane etkisine bağlamak ve öyle değerlendirmek doğrudur. Başka faktörler bu gerçeğin yanında bahse değmez.

Bir başka dikkatimi daha söylemeliyim: Bizde özel sayılar veya benzeri ısmarlama havasında düzenlenen dosyalarda iyi yazılar çoğunlukta değildir. İmdat’la ilgili dosyalarda bu da farklı görünüyor. MeselaBercestedergisindeki yazıların hepsi değilse de bir yarısı çok değerli ve edebiyat tarihine bol fikir ve malzeme veren metinlerdir. O dergiden ve diğer saydıklarımdan özellikle anacağım isimler var: Prof. Dr. Birol Emil, Prof. Dr. Nâzım H. Polat, Prof. Dr. Nurullah Çetin, Prof. Dr. Ziya Avşar, Prof. Dr. Memmed İsmail, Prof. Dr İbrahim Şahin, Prof. Dr. Bekir Çınar ve Ali Akbaş. Bunlara eklenecek birkaç isimle beraber, İmdat Avşar’ın şairliği değilse de şairliğiyle can bulan hikâyeleri ve yazıcılığı epeyce aydınlatılmış diyebiliyorum. Bu, çok az sanatçıya nasip olacak bir mazhariyettir. Türkiye’de, hele hele sağ içindeki çoğunluğu çok sığ kesimlerde pek görülen bir durum değildir.

Yazarların tuttuğu ayna

Bahsettiğim yazıların ortak karakteri samimi bir beğenme ve takdirle yazılmış olmaları. Baştan savma ve hatır gönül yazıları bu dediklerim için söylenemeyecek bir vasıflandırma. Anlamaya ve anlatmaya dönük yazılar. Birol Emil’le yapılan uzun mülakat iyi düşünülmüş ve alınan cevaplar çok değerli. Aziz Hocanın orada ettiği takdir sözlerini pek az sanatçı için söylediğini biliyoruz. Kolay beğenmeyen yapısıyla Alaine mütercimi Birol Emil, İmdat’la ilgili kanaatini yüksek perdeden ve sıkça tekrarlıyor. Hâlis sanatkârlığını, eşine az rastlanır, hatta rastlanmaz değerde hikâyeler yazdığını söylüyor. Birol Emil gibi kontrollü, değerlendirmelerine heyecanlarını katsa dahi belli bir seviyede tutan, çok ölçülü bir edebiyat tarihçisinin defalarca kesin bir dille tekrarladığıbüyük sanatkârlığıözellikle belirtmek isterim. Burada o sözlerden alıntılar yerine özünü söylüyorum. Meraklısı ve ilim erbâbı gerekirse okuyar ve alacağını alır.

Nâzım H. Polat’ın şahane tahlili İmdat Avşar’ı çalışacaklar için hazır ve birçok taraflarıyla açılacak fikirler söylüyor. Belli ki üzerinde çok durmuş, düşünmüş ve bu hükümlere varmış. Yazısında epeyce hikâyenin adı ve onlardan alıntılar var. O, benim gibi yapmıyor, eserden aldıklarıyla sözünü temellendiriyor, hükmünü açık bir dille söylüyor. Vardığı kanaatin Birol Emil’le benzerliği üzerinde durmak lazımdır.

Köy ve kır çevresiyle sınırlı yazışı hakkındaki tavsiyesi de farklı bir bakış olarak dikkatte tutulmalı. İmdat Avşar’ın, bu yüksek seviyeli yazışı, ağız özelliklerine dayandırmasının başka dillere aktarmada sıkıntı yaratacağına dikkat çekiyor.Şah Kartalhikâyesinde olduğu gibi daha geniş bir memleket fotoğrafına yayarak, konu itibariyle değişik eserleri aynı hassasiyetle verebileceğini söylüyor. Standart dile taşınmış yazıcılığının klasiklerimiz arasına girmesi sonucunu getireceğine dikkat çekiyor. Açtığı düşünce penceresinden bir temenni gibi görülen -kendi ifadesiyle- bu "uyarıcık" önemlidir. Düşünülebilir ve dikkate alınabilir olumlu bir eleştiridir. Tabii, uyulmaması halinde İmdat’ın yüksek sanatının teslim edilmiş değeri değişmez. Neticeten, Nâzım Hoca’nın bu ve diğer değerlendirmeleri bir sanatçı için kolay söylenecek sözler değildir ve zevkine-fikirlerine güvenilir bir isimden geldiği için ayrıca değerlidir. İbrahim Şahin’in yazısını hemen bu yazının yanına koyuyorum ve tekrara düşmemek için açmıyorum.

İçerden yansıyan şahane dikkatler

Ziya Avşar’ın yazısına ayrı bir yer açmak lazım geldiğini özellikle belirtmek isterim. Çünkü baştan anlatmaya çalıştığım sanatçının sanatını doğrudan etkileyen, esere karışan, sinen genetik özelliklerin şifrelerini bu yazı veriyor. Bir bakıma içerden bir bakış ve içerden bilgi ve değerlendirmeler diyebiliriz. Ziya Hoca’nın kardeşi için yazdığı bu yazı, sanatçı ve eserini iç içe değerlendirmek bakımından şahane bir örnek. Benim ufkumu açtı. Dikkat tazeledim. Bu çözümlemelere, ancak bütün incelikleriyle bir hayatı, özellikle çocukluğu beraber yaşamakla ulaşılabileceğini de düşündüm. Diğer yazılardaki düşüncelere belli bir seviyenin üzerindeki her eleştirici-değerlendirici ulaşabilir. Fakat Ziya Avşar’ın girdiği hücrelere, edebiyat tarihçilerini geçtik, derinlemesine Psikanaliz bilen değme isimler giremez. Onlara da yol açan bilgi ve değerlendirmelerle örnek bir metindir.

Akademik alanla dirsek temasım var ama araştırıcılığı bildiğim söylenemez. Onun için söyleyeceklerimin doğruluğundan değilse de doğruluk derecesinden emin değilim. Diyeceğimi bu kayıtla da olsa söyleyeceğim: Bu metnin örnekliği, erbabının dikkat ve takdirlerine sunulmayı hak ediyor. Üzerinde konuşulmalı, tahlil edilmeli ve açtığı yoldan ilerlemenin yolları aranmalı.

Uzun ve zorlu bir hazırlık

İmdat, yazmaya mutlaka şiirle başlamıştır. Yani önce şairdir, yazdıklarına bakarak hep şairdir diyeceğim. Çünkü şiirleri ve hikâyeleri aynı duygu yoğunluğundan ses verir. Başarısının iç sırlarından biri edebiyatın özü demek olan şiiri duymasıdır.

İmdat Avşar’ın yaratıcılığı geç başlamıştır ve uzun bir zaman dilimini göstermez. Şeklen kısa bir dönem gibi görülmesini konuşmak isterim. Bildiğimiz şudur: Kırk yaşından itibaren yazdıklarını yayın organlarında görmeye başladık. Geç bir yaştır. Yalnız, bir şeyi unutuyoruz. Kırk, yazmaya başladığı değil yayınlamaya başladığı yaşını gösterir. Kendisiyle konuşmadım ama şüphesiz daha önce durmadan yazmıştır. Kaleme aldıkları ayrıdır, asıl zihninde-hayalinde yazmıştır. Uzun yıllar, bütün dikkatini anlatacağı hayatların bin bir görüntüsünü depolamaya verdiği açıktır. Kim bilir geceler-günler boyunca zihninde yazıp okuduğu kaç hikâye vardır. Önce böyle yazdığını hikâyelerinin olgunlaşmış anlatı ve dil sağlamlığı içinde görüyoruz. O hayatları yoğura yoğura içinde yaşadığı kesindir.

Hikâyelerinde de şairdir. Anasının ninnilerinden itibaren bu depolama süreci başlamıştır. O dikkat ve hassasiyetle doğan çocuğun hafızası almaya doymaz. Aldığını kendi içinde sayısız kereler oynar. Gittikçe yazılı metinler haline gelen birikimlerin su yüzüne çıkması muhtelif sebeplerle zaman alabilir. Devamlı zihninde yazan-oynayan sanatçı kendine özgü bir mükemmeli de tanımıştır. Ona yaklaşmak ister. Gecikmenin bir sebebi budur. "Muhtelif" dediğim başka sebepler de durmadan zihnini paralar.

Yol yola benzer

İmdat’ın geç eser yayınlaması, bana Türk Mûsikîsi’nin neo-klasik kabul edilen bestekârlarından Suphi Ziya Özbekkan’ı hatırlatıyor. O da kırk yaşından itibaren beste yapmaya başlamıştır. Çok iyi yetişmişti. Devlet görevleri arasında müziği ihmal etmemiş, büyük sanatkâr Vasilaki’den kemençe öğrenmiş, Tanbûrî Cemil Bey’le ve daha pek çok büyük sanatçıyla çalışmış bir sanatkârdı. Dünya görmüş, lisanlar bilen, çok yönlü kültürüyle(Doğuyu Batıyı bilirdi) çeşitli görevler için seçilmiş bir değerdi. Bu değeriyle mükemmeli arayan bir tarafı olduğu muhakkak. Eser vermeye ileri yaşlarda başlamasının, şaşırtıcı sağlamlık ve güzellikte kompozisyonlar çıkarmasının ve kamuoyuna ancak kırk yaş olgunluğuyla sunmasının bir sebebi de budur. İmdat için de aynı şey düşünülebilir. Genetik faktörler ve çevre şartlarının şekillendirdiği ruh donanımı farklı olmak üzere böyle bir benzerlik var.

"Sanatkâr"dediğimiz problemli mizacın zorlu yollardan geçişi ıstıraplıdır. Kendini kaç kere yerden yere vurduğunu, beğendiği şair ve yazarlarla güreştirdiğini, yendiğini ve daha çok yenildiğini bilmek lazımdır. İmdat’ın kendisini Emir Kalkan gibi bir büyük isimle yeniden keşfettiğini bilmeden biliyorum. Onun ruhuyla ve yazışıyla eş ve hâldaş olduğu muhakkaktır. İkisinin hikâyelerinde bu ruh beraberliğini görmek lazımdır. Okuduklarımda pek dokunulmadığını gördüğüm için söylemek ihtiyacı duydum. Mesela Birol Emil Hoca’nın İmdat’ı çok haklı olarak göklere çıkarırken bu tarz memleket edebiyatının yegâne temsilcisi gibi vermesi doğru bir hüküm değildir. İmdat, kendi özgünlüğünü benzerlerinde test etmek bakımından ayrıca değerlidir. Böyle bir imtihandan geçmiş olmakla da büyüktür. Emir Kalkan’ı en iyi anlayan da odur. Mizacının alabildiğine açık ve diri alıcılarını böyle de çalıştırdığını yine bilmeden bildiğimi söyleyebilirim. İçinde kaç türlü ezikliğin savaşının yaşandığını da rahatlıkla tahmin edebiliyorum.

Büyüklüğün sırrı

Sanatçı, bu kendi içinde verdiği savaşların galibi ve mağlubu olarak büyüktür. İmdat’ı, galibiyetlerden çok mağlubiyetlerin veya mağlubiyet sandığı galibiyetlerin olgunlaştırdığını söylemek yanlış olmaz. Ziya Avşar’ın yazdıklarında bunları hatırlatan acı yaşanmışlıkların kurduğu bir iç dünyanın hikâyelere akseden "leitmotif"i var. Onları hissetmeden İmdat’ı anlayamayız. Onun için sanatçının hayatını ihmal ederek esere odaklanmak eksik kalır diyorum . İmdat Avşar söz konusu ise bu, eksiklikten daha fazla bir şeydir. Olmazsa olmazlık hudutlarında bir gerekliliktir.

Bu eserin, yazılanların bana duyurduğu, düşündürdüğü pek çok husus arasından bunları yazabildim. Yazanlara, zihnini-gönlünü koyanlara teşekkür vazifemizdir. Hayale Hanım ’a giriştiği kutlu zahmetler için teşekkür etmek yetmez. Bize İmdat ’ın dünyasına bir adım daha yakınlaşma imkânı verdi. Az şey değildir. Gayretleri önünde saygıyla eğilirim.

A.Yağmur Tunalı


MANŞET XƏBƏRLƏRİ